SEVGİ ŰZERİNE (15 Ekim 1994)


Başkaları tarafından sevildiğimizi bilmek, insana güç, güven verir. Geleceğe umutla bakmamızı sağlar. Sevgi insanın yüreğindedir. Ağaç sevgisi, hayvan sevgisi, insan sevgisi, çocuk sevgisi hep içimizdedir. Bu sevgiyi karşımızdakilere iletebilmek için para harcamamız gerekmez. Dışarıya verebileceğimiz her sevgi, fazlası ile bize geri döner.

Sevgi ile ilegili soylenen birkac sozu siralayack olursak;

-Sevgi ektiğiniz yerde, sevinç büyür.
Shekespare

-Çiçekleri seven, insanlardan nefret edemez.
Fransız atasözü

-İnsan, sevdiği sürece affeder.
La Rocheataucauld

-İnsanları, insanlara rağmen seveceksin.
Hendrick Van Loon

-Sevildiğine emin olan kişi, daha normal hareket ettiği için, incelik denilen niteliği daha çabuk kazanır.
Andre Maurois

-Sevgi, karşılıklı verilen mutluluktur.
Sabine

-Gülme ve alınan sevgi, yan etkileri olmayan yatıştırıcı bir ilaçtır.
Arnold H. Glasw

-Gülerseniz ve sevgi gösterirseniz dünya sizinle güler, ağlarsanız yalnız kalırsınız.
Elle WicoX

-Çocukları seven hayatıda sever.
Dostooyosky

-Sevgi açlıktan değil, fazla tokluktan olur.
Miran de Lenclos

-Sevgi bir inanç hareketidir, kimin inancı azsa, sevgiside azdır.
Erich Fromu

-Sevginin ilk görevi dinlemektir.
Voltaire

-İnsanın vitamin ve minerale ihtiyacı olduğu kadar sevgi ve şefkate de ihtiyacı vardır.
Abraham Maslow

- Bütün kainat birbirine sevgi ile bağlıdır. Sevgini vermesini bil cünkü gönlün anlasın ki hepsine yer varmış.
Mevlana

-Sevgi teleskoptan bakar kıskançlık mikroskoptan.
Josh Billings

-Sevebilmek için sevimli olacaksın.
Ovid

- Sevgi para ile satın alınmaz, sevecenliğin fiyatı yoktur.
St Jerome

-Seni sevmelerini istiyorsan ölçülü olmayı öğren.
Emerson

-Bir sevinç, insanın yüz üzüntüsünü defeder.
Laotse

-Sevgi, bilgi ve çalışmanın ne vatanı, ne gümrük duvarı ne de üniforması olur.
S Freud

-Sevgi, ruhun tebessümüdür.
Arif Hikmet Par

-Sevecenlikten daha büyük bir bilgelik bulabilir misiniz?
Jean JacQues

-Sevgi ve aşk büyük çabaların kanatlarıdır.
Von Goethe

Kalp hastalıklarının nedenlerinden biri olan kollestrol ile ilgili tavşanlar üzerinde yapılan bir deneyi aktarayım. 5 tane tavşana hergün belirli kollestrol iğnesi yapılıyor. Tavşan kanındaki kollestrol belirli bir seviyeye ulaşınca, tavşanlar ölmeye başlıyor. Kollestrol vermeyi durduruyorlar. 4 tavşan sıra ile ölürken bir tavşana hiçbir şıy olmuyor. Kanındaki kollestrolu ölçüyorlar sanki tavşan hiç etkilenmemiş. Kayıtları kontrol ediyorlar, hepsi doğru. Bu tavşanın bünyesi verdiğimiz kollestrolü nasil yok etti? diye tekrar tekrar araştırıyorlar, olayın bütün adımlarını kontorl ediyorlar. İğneyi yapan teknisyene herhangi bir farklılık görüp görmediğini soruyorlar. Teknisyen “Bütün tavşanlara belertilen dozu belirtilen saatte verdim. Yalnız bu tavşan çok sevimli idi, iğneyi yapmadan önce, onu kafesinden çıkarıp okşadım, sevdim, onunla konuştum, sonra iğnesini yaptım” diye cevaplandırıyor. Araştıracıların buradan çıkardıkları sonuç şu idi. Tavşana mikrop verilmeden önce gösterilen sevgi, tavşan vücudunun bu mikrobu yenmesini başarmıştı.

Evet, bizler de çocuklarımıza sevgimizi gösterebiliriz. Tabii ki her anne baba çocuğunu sever. Ama bu sevgimizin çocuklarımız tarafından alınıp alınadığından emin olmamız lazım. Yeterli servgi ilı büyüyen çocuklarımızı, ileri yaşlarda, başkaları kendi menfaatleri yönünde daha zor kandırabilir.

Haftaya görüşmek dileğiyle.

Saygılarımla.

KAYNAK:

Ageless Body Timeless Mind Semineri
Konuşmacı: M.D. Deepak Chopra.
BAŞARILARIMIZI ÖDŰLLENDİRELİM ( 10 Mart 1995)

İçimizden başarılı olanları bulup çıkarmak ve onları takdir etmek, o kişilere, kendilerine güven ve ilerdeki atılımlarında cesaret verir, diğerlerimizi de ilgili yönde başarılı olma yönünde özendirir. Bu özendirme ise, değişik konularda daha çok başarılar elde etmemeizi sağlar. Bu da topluumuzu daha üst düzeylere çıkarır ki bundan da hepimiz fayda görürüz.

Bu yıl üniversiteye giren gençlerimizin başarılarını takdir etmek hepimizin görevidir. Bu başarı, önce gençlerimizindir, sonra anne babaların ve ogretmenlerinin bir başarısıdır. Bu başarılar için kıskanmayı aklımıza bile getirmemeliyiz. Bu gençlerimize sahip çıkıp, takdir edip, ödüllendirelim. Eğer bu ödüllendirmeyi de basın yayın veya başka bir yöntem ile toplumumuza duyurabilirsek, onlara güven vermiş oluruz. Ayrıca başarılarının sırrını da diğer toplum üyelerimize iletebilirsek, lisedeki gençlerimizin ileriye daha güvenle ve umutla bakmasına katkıda bulunmuş oluruz. Bu ileriye umutla bakma ise, gelecek yıl üniversiteye girecek kişilerimizin sayısını arttırabilir. Űniversiteyi bitiren bu gençlerimiz, önemli mevkilerde görev alarak, toplumumuzu savunacak lobilerin oluşmasına yardımı olabilirler. Toplumun diğer üyeleri arasında kaynaşmayı kuvvetlendirebilirler. Bundan da toplu olarak hepimiz fayda görürüz.

Eğer bu ödüllendirmeye her grup dahil olabilirse, birlikte ve beraberlikte olabilmenin bir örneğini daha veriş olabiliriz. Bu sayede birbirimizi daha çok dinleyebilme ve değişik fikirlere saygi gösterebilme alışkanlığına da yavaş yavaş kendimizi alıştırmış olabiliriz. Gençlerimiz de birbirlerine kaynaşırlar ve değişik konularda bilgi alışverişinde bulunabilirler. Bu da onların başarılarına katkıda bulunur. Evet, bu başarılı gençleriize sahip çıkalımm. Eğer toplum, bu gençlere şimdi sahip çıkarsa, ilerde önemli görevlere geldiklerinde onlar da topluma sahip çıkar. Ne güzel şey değil mi?

Diğer taraftan anne baba olarak da çocuklarımızı, başarıları nedeniyle ödüllendirmeliyiz. Bu ödüllendirme onlara güç, kuvvet, azim ve güven verir. İlerdeki hayatraında neyi, ne zaman ve nasıl yapabileceklerine daha çabuk karar verebilmerini sağlar. Ödüllendirme, sadece pahalı hediyeler almakla olmaz. Bu ödül, sıcak bir kucaklama, ardasını sıvazlama, gözlerine bakarak verdiğimiz bir güler yüz veya “AFERİN SANA, BAŞARACAĞINI BİLİYORDUM, SENİNLE GURUR DUYUYORU, BENİ ÇOK MUTLU ETTİN” gibi paylaşıcı ve moral verici sözler olabilir. Anne, baba olarak zaman zaman onların dünyalarına inebilme ve onlarla iki arkadaş gibi konuşabilme, onlara güven ve sağlıklı bir kişilik verir.

İzninizle, çocukluğudan (İlkokulu bitirme töreni ile ilgili) bir izlenimimi sizler ile paylasmak istiyorum. Bitirme torenine bütün veliler çağırılmıştı. Baş öğretmen, her sınıfın birincilerini çağirarak karnelerini veriyordu. Ben de okulu birinci olarak bitereceğime inaniyordum. Kulağım baş öğretmende, gözlerim ise velilerin arasında babamı arıyordu. Başarımın herkesin önünde babam tarafından da görülmesini istiyordum. Baş öğretmen, benim ismimi okuduğunda babam hala görünmüyordu. Her nedense bizim aileden hiç kimse gelememişti. Tören sonunda köyün sokakları arasından ve kahvenin önünden geçerken biriler “Getir karnene bir bakayım” diyebilir diye karnemi daha yüksek sallıyordum. Okuldan birinci olarak mezun olmuştum ve bu başarımı herkesle paylaşmak istiyordum. Kimse de sormadı. Koşa koşa eve geldim anneme “Okulu birinci olarak bitirdim, babam nerede?” dediğimde, “Tarlada bağ dikiyor” dedi. Annem okuma yazma bilmiyordu. Çantayı bir tarafa atarak, karnemi alıp tarlaya koştum. Tarlaya yaklaştığımda koşarak “Baba, baba okulu birinci olarak bitirdim, hepsi pekiyi” diye karneyi babama uzattım. Babam bağ için kazılan bir çukurun(yalak) içindeydi. Sadece “İyi” dedi ve ilave etti “Bir kenara koy, birazdan yağmur yağacak gibi, şu kazmayı al, yağmur başlamadan bir iki bağ daha dikelim”? Ben karnemi ağacin altindaki diğer eşyaların altına koyarak kazmayı aldım, bağ için yeni bir çukur kazmaya başladım. Ama başarımı paylaşacak, neden kimse bulamıyordum. Babam kendi açisendan haklıydı. Çocuklarının rızkı için çalışıyordu, nasil olsa aksam evde karneye bakmak için çok vakit olcakti. Ama ben de diğerleri gibi başarımı anında paylaşmak istiyordum. Palasamadigim bu basari belki lki bir yagmur damlasi belki de bir damla gozyasi ile kazilanan cukura dusmustu.

İsterseniz, siz de kendi çocukluğunuza dönebilir, içinizdeki çocuğu konuşturabilirsiniz. Gülen bir çocuk veya ağlayan bir çocuk, veya oyun oynayan bir çocuk veya mutluluklarını hatırlayan bir çocuk bulabilirsiniz. Olumsuz görüntüler için hiçbir zaman anne ve babalarımızı suçlamamıza gerek yok. Onlar kendi şartlarında bildikleri kadarı ile en iyisini yapmişlardır ve bizleri büyütmüşler daha sonra da buralara kadar geldik. Ama burada; biz anne ve babalar için, çocuklarımızın başarısını paylaşabilecek hem zamanımız var hem de imkanımız. Zaten bir çoğumuz “Çocuklarıma daha iyi bir gelecek vermek için buralara geldim” diyerek bunu vurgulamıyor muyuz?

Haftaya görüşmek dileğiyle.
Saygılarımla.

KAYNAK:

Homecoming - John Bradshav.
Icimizdeki Cocuk - Dogan Cuceloglu
KENDİMİZE DİSİPLİN ( 3 Mart 1995)

Daha önceki sayılarımızda Japon’ların ve Alman’ların dinini, dilini ve kültürlerini koruyup, sıkı bir disiplinle çalışarak, ülkelerini ekonomik yönden 7 büyüklerin arasına getirdiklerini belirtmiştik. Bizim toplumumuzda da uyguladıkları belirli bir iş disiplini, yaşantı disiplini, iletişim disiplini, uygulayarak kendi alanlarında başarılı olmuş kişilerimiz var. Ayrıca Űniversiteye giren öğrencilerimizin de başarılarında uyguladıkları disiplinin büyük önemi vardır. Kendi alanlarında başarılı olmuş bu kişilerimizin uyguladıkları sistemler, teknikler, disiplinler basın ve yayın aracılığı ile diğer toplu üyelerimize duyurulabilse, başarılıl kişilerimizin sayısı artar. Bundan da hepimiz fayda görürüz.

İlerlemek istediğimiz alanda başaralı olabilmek için, kendimize uygulayacağımız disiplinin birinci kuralı “Önce düşün, sonra harekete geç” olabilir. İlgilendiğimiz konuda yeterli araştırma yapmak ve gerekli bilgi birikimine sahip olmammız gerekir. Yapacağımız hareketin veya atılımın iyi sonuç vermesi, düşüncelerimizin sağlığına bağlıdır. Sağlıklı düşünebilmek için ise, ilgili konudaki gelişmeleri yakından takip etmemiz ve yeteri kadar okumamız gerekir.

Genelde başarılı olabilmek için kendimize uygulayacağımız disiplini Napoleon Hill, 4 gurupta topluyor.

1. Sağlıklı bir vücut ve kafaya sahip olmak için yiyecek ve içeceklerimizi kontrol altında tutmasını bilmemiz gerekir.

2. Etrafımızdaki gelişen olaylara akılcı yaklaşmasını öğrenmemiz gerekir.

3. Zamanımızın bütçesini tutmasını öğrenmeliyiz. Tıpkı parasal gelir gider hesabını yaptığımız gibi, harcadığımız zaman ve karşılığında kazandıklarımızın hesabını tutmasını öğrenmeliyiz.

4. Kesin bir amacımızı mutlaka saptamamız gerekir. Amaçsız biri açık denizde dalgalara kapılan bir gemiye benzer.

Yine N.H., karşımızdakilerle iletişim kurarken bazı kurallar öneriyor.

1. Karşınızdaki kişi ne kadar sinirli olursa olsun, sakinliğinizi ve soğukkanlığınızı muhafaza etmelisiniz.

2. Tartışmalarda 3 yönle düşünebilmemiz gerekir. Birincisi kendi tarafımız, ikincisi karşımızdakinin tarafı, üçüncüsü ise doğru taraftır.

3. Karşınızda tartışma yaptığınız kişinin milyonları olduğunu düşünün ve miras listesine sizi de ekleyebileceğini düşünün. Milyonlardan vazgeçme pahasına kendi fikrinin doğruluğunu kabul ettermek için karşısındakini kırabilen çok az kişi vardır.

4. Durum ne kadar acil olursa olsun hiç bir zaman sizi üzen bir olaya anında cevap vermeyin.

5. Karşınızdakilerin de en azından sizin kadar ilgili konuda bilgili olabileceğini düşünürseniz diğer tarafı da az kırarsınız.

6. Soru sorarak cevap almayı tercih ediniz.

7. Size yapılmasını ve söylenmesini istemediğini siz de başkasına yapmayınız ve soylemeyiniz. “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır.” Ata Sözünü hepimiz hatırlarız.

8. Yapıcı uyarı, analiz ve eleştiri ile yapıcı olmayan eleştirileri ayırt edebilmemiz gerekir. Bunu ses tonundan veya yakınlık derecesinden çıkarabiliriz.

9. Her zaman iyi bir lider olduğunuzu düşünürseniz lider gibi davranırsınız.

10. Her olayda toleranslı olmayı öğrenmemiz gerekir.

11. Kesinlikle karşınızdakinin giyim, kuşam, davranışını istenmedikce eleştirmeyiniz.

12. Karşınızdakileri kesinlikle küçük dusurucu ve görücü davranışlar içine girmeyiniz.

13. Karşınızdakilerin olumlu düşünce ve davranışlarını takdir etmesini öğreniniz.

14. Zor durumda olanı daha zor duruma sokucu davranışlardan uzak durabilirsiniz.

15. Karşınızdaki bir konuda ısrar ederse, ona “Bunu nasıl biliyorsun, hissettiklerin mi yoksa bir delile mi dayanıyor? Sorusunu sorun. O kendi doğruluğunu ispatlmaya çalışacaktır. Siz de daha geniş öğrenmiş olursunuz.

Bunlara sizler de birçok yeni kurallar ekleyebilirsiniz. Orneğin; benim zamanla oğrendiğim, bir kendimi düzelme sistemim var. Daha önceleri birileri ile tahminlere dayanan bir konu üzerinde tartıstığımıda ve belirli bir süre sonra benim tahminlerimin doğru çıktigina ilk fırsatta karşımdakine gidip “Gördüm mü, ben sana dememiş miydim? Diye haklılığımı kanıtlamaya çalışırdım. Zaten diğer taraf doğruyu öğrenmiştir. Benim ısrarım ile belkide kızıp doğruyu uygulamaktan vaz geçebilir. Bundan kim ne kazanır. Bu gibi tartışmalara daha çok aile içinde anne - baba arasında rastlanır. Çok şükür, bu kötü huyumdan vazgeçtim.

Diğer bir örnek, henüz tutmayı yeni öğrenen çocuğuma, bardağı düşürüp kırdığında “Niye dikkatli olmuyorsun, bak her yer cam oldu, bardak da gitti” diye azarlardım. Zaten üzüntülü olana, bir üzüntü de ben vermiştim. Bir gün ben bardak kırdığımda, aynı çocuk benim üzüldüğümü görünce: Űzülme, şimdi yeri temizleriz, yeni bir bardak daha alabiliriz” diyerek beni teselli etmişti”.

Sizin de bildiğiniz gibi kız çocuklar anneyi, erkek çocuklar ise babayı model alarak kişiliklerini geliştirirler. Bizler de cocuklarimiz için kendimizdeki olumsuz davranışları, yenileri ile degistirip onlara iyi birer model olabiliriz.

Hepinizin Ramazan Bayramınızı kutlar mutluluklar dilerim.

Haftaya görüsmek dileğiyle.
YETENEKLERİMİZİ BAŞARIYA DÖNŰŞTŰREBİLİRİZ (24 Subat 1995)

Her insanın değişik yetenekleri vardır. Bazen bu yeteneklerimiz zamanında farkedilip işlendiğinde gerçekten çok başarılı sonuçlar elde edilmiştir. İşlenmeyen yetenekler ise tıpkı hala yer altındaki zengin maden kaynakları gibi işlenmeyi beklemektedir.

Hayat şartları ve geçim derdiyle uğraşılarımızdan, kendimizde var olan yetenekleri keşfedememiş olabiliriz. Eğer sürekli bir işiniz yoksa, falan ne dedi? Şu arkadaş bana neden böyle davrandı? Bu ve buna benzer soruları kendimize sürekli sorup, beynimizi boş yere harcıyorsak ve hayatı kendimize ve başkalarına zehir ediyorsak? Bir kağıt kalem alıp kendimize soralım. Küçükken en iyi neyi yapabiliyordum? Hangi konuda kendimi yetenekli görüyordum? Bütün aklımıza gelenleri yazalım. Sonunda siz de inananmayacağınız kadar çok yeteneklerinizin olduğunu güreceksiniz.

Bu yeteneklerimiz iyi fotoğraf çekmek, iyi şiir yazmak, iyi resim yapak, iyi seramik işlemek, bir müzik aletini iyi çalmak, iyi oyun yönetmek, iyi iç mimari, iyi bahçe düzenlemek gibi binlercedir. Bu ve buna benzer bir işi mutlaka iyi yapıyorsunuzdur veya yapacağınıza inanıyorsunuzdur. Burada çıkan gazetelerden sizlerin de takip ettiği gibi, geçen aylarda iki bayan arkadaşımız seramikçilikle ilgili yeteneklerini kullanarak ünlü bir galeride eserlerini sergilediler. Yine bu ayın başında başka bir bayan arkadaşımız resim yapma yeteneğini kullanarak yarattığı eserlerini yine ünlü bir galeride sergiledi.

Geçmis yıllarda başlayan ve her geçen gün büyük ilerleme kaydeden tiyatroculuk, müzik çalışmaları, hep kendimizde olan yeteneklerin olumlu yönde kullanılması sonucudur. Bu çalışmalar ne güzel birşeydir. Hem kendimizi, vücut ve zihinsel açıdan aktif tutuyor, hem bir sanat ortaya koyuyor, he de yetişen gençlerimizin yeteneklerinin olumlu yönde geliştirebilmelerine olanak sağlıyor.

Türkiye’de iken belki de imkansızlıklardan dolayı yeteneklerimizi geliştirip, olumlu sonuçlar elde edememiş olabiliriz. Ama, bu ülkede çok imkan var. Devlet desteği ve ilgili ucretsiz kurslar var. Yeter ki biz yapmak isteyelim. Yeteneklerimizi gelişstirmek, kendimize bir iç huzur verir. Kendimize güven verir. Çevremizi genişletir, dar çevre içinde boğulmaktan ve sinir hastası olaktan kurtarır. Kendimizi ve toplumumuzu üst düzeylere getirir. Kendimize ve ailemize yardım eder.

Napoleon Hill’in eserlerinden birinde yer alan, yetenek kullanımı ile ilgili gerçek bir öyküyü aktarayım. Bay M.M. ekonomik sıkıntıdan dolayı eğitimini tamamlayamıyor. Küçük yaşta anne ve babasını kaybediyor. O zamanlar ortada kalan çocuklara bakacak bir kuruluş da oladığı için, kalacak yer ve yiyeceğini kendi temin etmesi ve yaşamını sürdürmesi gerekiyor. Kendine soruyor, ben ne yapabilirim? Hiç bir işte tecrübesi olmadığı ve çocuk olduğu icin hic kimse iş vermiyor. En sonunda ilk okul öğretmeninin “M.M. sen çok güzel resim yapıyorsun” dediği aklına geliyor. Karikatürler çizmeye başlıyor. Gazetelere karikatürcü olarak başvuruyor. Ama çizgileri yeterli olmadığı için kimse iş vermiyor. Sonunda bir kilise papazı karikatürlerini kilise reklamlarına kullanmak için yemek karşılığı iş veriyor. Kilisenin garajında da yatabileceğini bildiriyor. Bay M.M. çok mutludur. Yiyecek yemek ve yatacak yer bulmuştur. Farelerle birlikte garajda yaşamını sürdürüyor. Sonunda fare resmi çiziminde ustalaşıyor. Biliyormusunuz bu bay M.M. kimdir? Çocuklarımızın hatta bizim bile zevkle izlediğimiz televizyoun çizgi film Mickey Mouse’un yaratıcısıdır. Farelerle uyuduğu pis garaj odası nerede, Walt Disney milyarderliği nerede?

Çocuklarımızın yeteneklerinin (bilimsel, sanatsal, sporsal v.s.) anlamak ve o yönde onlara destek olmak, hayatlarında daha başarılı olmalarını sağlar. Onların başarılı olduğunu görmek ise biz anne ve babalara mutluluk verir.

Yeteneklerimizi her yaşta kullanabiliriz. Yeterki yılmadan, azimle çalışmaya devam edelim. Sonunda başarı bizimdir.

Bu bölümü de çoğumuzun bildiği “Colonel Sanders’in, Yeteneği Başarıya nasıl dönüştüğünün öyküsüyle kapatalım. Bay Colonel Sanders 65 yaşında emekli olduğunda, 99 dolar emekli maaşıyla yaşayamayacağını ve birşeyler yapması gerektiğini araştırmaya başlar. Yaşlı olduğu için tekrar iş bulması çok zordur. Kendi yeteneklerini araştırmaya başlar. En sonunda yıllar önce otoyol üzerinde işlettiği lokantada kendisinin geliştirdiği sos ile hazırladığı tavuğun çok sevildiğini hatırlar. O tarifeyi tekrar hazırlar. Bir çok büyük lokantalara başvurur “Benim, bir tavuk pişirme sosu tarifim var. Bu sosla hazırlanıp satılan tavuk başına belli bir komisyon verirmisiniz? der. Hep reddedilir. İki yıl boyunca hep arabasında yatar kalkar ve yediği de yalnız tavuktur. Yılmadan uğraşısina devam eder. En sonunda 44 uncu başvurduğu yer kabul eder. Bu yer Kentucky şehrinde küçük bir lokantadır. Sonunda hepimizin bildiği “Kentucky Fried Chicken” bütün dünyaya yayılır.

Haftaya güröşmek dileğiyle, saygılarımla.

KAYNAK:
1. İnsan Mühendiliği - Nüvit Osmay
2. Unlimited Power - Anthony Robbins, Sınırsız Güç olarak Türkçe’ye çevirisi yapılmıştır.
GİRİŞİMCİLİK VE EKONOMİK KALKINMA ( 17 Subat 1995)

Ekonomik olarak üst düzeyde olan kişilerin ve toplumların hataları görülmez. Görülse bile, hoş görülen hatalar sayılır. Yanlarında daha çok taraftar olur. Daha uygar tanımlanırlar. Ekonomik gücü zayıf olanlar ise, herhangi bir nedenle kolaylıkla suçlanırlar ve eleştirilirler. Aile gelirinin az olması, aile içinde geçimsizliğe yol açabileceği gibi, çocukların evden uzaklaşmasına bile neden olabilir.

İş yerinde, Hong Kong’dan gelen biri ile parasal konularda fikir alışverişinde bulunurken, bana şöyle demiştir: “Siz Türkler çok şanslısınız. Batıdan doğuya geçen herşey (teknoloji, bilgi vs.) Türkiye’nin üzerinden geçiyor. Aynı şekilde doğudan batıya geçen herşey yine Türkiye üzerinden geçiyor. Bunlardan sizin toplumunuz çok şey öğreniyor. Ayrıca bildiğim kadarı ile yeterli akar sularınız var ve kendi yiyeceğinizi kendiniz yetiştirebiliyorsunuz. Bunlar bugün bir ülke için çok büyük değerlerdir. Avustralya’ya gelen Türkler de çok şanslılar. Çünkü diliniz İngilizceye çok rahat dönüyor, ayrıca renginiz de bizden farklı. Bütün bunlar Avustralya’ya yerleşen bir toplum için çok büyük fırsatlar”. Sonradan düşündüğümde, çok haklı idi. Belki bir kısmımız farkında bile değiliz fakat, kırk kat yabancı biri, sahip olduğumuz değerleri çok iyi tanıyor.

Kendimizi ve toplumumuzu ekonomik olarak üst düzeye getirecek unsurlardan bir diğeri de girişimciliktir. Evet kendimizde var olan bu değerleri kullanarak, kişi ve toplumumuzun parasal varlığını arttırabiliriz. Bu konuda bu ülkede çok büyük imkanlar var. Girişimci olmak için mutlaka üniversite bitirmek gerekmez. İş yapmak isteyen için, ilgili konuda TAFE’lerde kısa dünem kurslar var. Ayrıca bir tanıdığım “Televizyon bugün bilgi bombardımanı” demişti. Doğrudur. Her konuda çok sayıda program ve video bulabiliriz. Yeter ki bir şey yapmak isteyelim. Ingilizce öğrenip, buradaki sistemin işleyişini kavrayıp, çok değişik alanlarda iş sahibi olabiliriz. Bugün var olan iş sahibi kişilerin artmasından kim zarar görür ki?

Bir işe başlayıp başarısız olduk diye korkmayalım. Cesaretimizi kırmayalım. İş sahibi olanlar bugünkü durumlarına kolayca gelmemişlerdir. Ama yılmadan usanmadan bütün zorlukları aşmışlardır. Yürümeye başlayan bir çocuğu düşünelim. Yürüyünceye kadar kaç defa düşüyor. İlk düşüsünde “Ben bu işi başaramayacağım” diyerek yerinde otursaydı hala emekliyor olabilirdi. Ama bütün düşmelere rağmen yılmadı, sonunda yürüdü ve koştu. Edison, bugün kullandığımız ampulu bulmak için 9000'den fazla deney yapmıştır ve sonunda başarmıştır.

30 yaşında milyarder olan Adanalı Fatih AKOL’un girişimcilere olan bazı öğütlerini izinizle aktarayım:

1. Kendinize güvenin,
2. Çalışkan ve dürüst olun, kısa zamanda çok para kazanma yollarını aramayın.
3. Hayal gücünüzün çalıştırın, bunu doğan fırsatları kovamalak için kullanın, hayal kurarken ayaklarınız yere bassın.
4. Sermaye, evin çatısına konacak en son tuğladır. İş kurmak için yeterli sermaye sahibi olmaya gerek yok
5. Yeterli bilgi ve eğitim birikimi olması şart.
6. İnsan ilişkileri son derece güçlü olmalı, çünkü girişimci sürekli birilerine birşeyler satan biridir.
7. Pazarlık etme yeteneğiniz çok güçlü olmalı.
8. Doğru kişi ve kuruluşlarla iletişim kurabilmeniz için sosyal yönünüzün geniş olması şart.
9. Uluslararası iş adamları ile iş yaparken eziklik hissetmeyin.
10. Pazardaki boşlukları saptayın, ona göre gerekli girişimleri yapın.”

Evet, bugün kullandığımız sandalye, çatal-iğne icat edilmeden önce birileri bu boşluğu görmüş.
Örneğin arabanın çıkması, yedek parça ihtiyacını doğurmuştur. Kimbilir, teknolojinin ilerlemesi ile daha nice boşluklar oluşmuştur. Bunlardan birini hayal gücümüzü çalıştırarak bizlerde bulabiliriz.

Çocuklarımız aslında doğuştan girişimcidirler. Tabii ki her anne baba çocuklarını tehlikelerden korumak ister ve korur. Ama bu koruma işini yaparken “Dışarda öcü var, sus bakayım şimdi polis çağırırım seni hapse atar” gibi asılsız sözlerler onları korkutmayalım, girişimcilik güçlerini kırmayalım. Doğabilecek tehlikeleri onlara bütün çıplaklığı ile anlatalım. Küçük yaştaki her çocuk anne babasını dinler ve onlara inanır. Yalan söyleyerek onların bize olan güvenini sarsmayalım. Eğer çocuğumuz karanlıktan korkuyor ise, bu korku, doğarken onunla gelmedi. Bu korkuyu yenebilmesi için birlikte karanlıkta yürüyelim. Eksik te olsa olumlu yaptıkları ve yapmayı tasarladıkları işler icin AFERİN SANA, YAPABİLİRSİN, BAŞARACAĞINA İNANIYORUM” gibi sözlerle onları desdekleyelim, cesaretlerini arttıralım. Girişimciliğin tohumları böylece küçük yaşta ekilmiş olur.

Bu bölümü de Sydney’de hazırlanan Türk Ticaret Rehberi önsüzünde yer alan bir cümle ile bitirelim “Hepimizin bildiği gibi ekonomik olarak güçlü olan toplumlar, seslerini daha fazla duyurabiliyorlar. Devlet, insanlara olanaklar tanıyorsa, bundan neden bizler de yararlanmayalım”. Hazırlayanlara teşekkür ederim.

Haftaya görüşmek dileğiyle. Saygılarımla.

KAYNAK:

1. Yeni Yüzyıl Gazetesi - 15 Ocak 1995 Pazar, 2. Türk Ticaret Rehberi.
KİM HAKLI YERİNE NE DOĞRU’YA CEVAP ARAMA ALISKANLIĞIMIZI GELİŞTİREBİLİRİZ ( 3 Subat ve 10 Subat 1995)

Bir çok açık oturum, panel, forum vb gibi düzenlenmesinin ana amacı; değişik fikirler ortaya atılarak yararlı sonuçlar elde etmektir. Bu gibi toplantıların ve misafirlikteki fikir tarıişmalarının sonunda, eğer “kim haklı” sorusuna cevap bulmaya çalışırsak, olayı kişiselleştirmeden öteye götüremeyiz. Halbuki “ne doğru” sorusuna cevap bulmaya çalışırsak, kendimiz için yararlı sonuçlar çıkabilir ve bilgi dağarcığımıza yeni bilgiler eklemiş oluruz. Bu yeni eklenen bilgiler ise, bize önümüzdeki yıllarda, daha mutlu ve başarılı olmamıza yardımcı olur.

Eğer, “kim haklıya cevap arayan bir kişiliğimiz varsa, fikir tartışmalarının sonunda kendimizi haklı çıkarabilmek için, bütün enerjimiz, kendimizi ve fikirlerimizi savunmaya harcanacaktır. Sonunda da hiç bir faydalı fikir alamadığımız gibi, arkadaşlarımızı bile kırabiliriz. Dargınlıklar oluşur. Bunu hangimiz isteriz? Sonunda hiç bir kazanç sağlamadığımız, sadece haklı çıkmak pahasına harcadığımız enerjiye yazık değil mi? Bu güç, daha faydalı alanlarda kullanılamaz mı?

“Kim haklı” alışkanlığını, belki de bir kısmımız bir hastalık olarak tanımlayabilir. Bu hastalık ırsi değildir, fakat bulaşıcıdır. Genellikle çocukluğumuzda gördüğümüz, duyduğumuz şeylerden veya aynı hastalığa sahip arkadaşlarımızdan bulaşır.

Bu hastalık benim kendimde de var. Geriye dönüp araştırdım. 70'li yillarda Türkiye’de televizyon yeni cıktığı için herkes açılıştan bayrak çekilişine kadar televizyon seyrediyordu. Çoğumuz hatırlarız, o sıralarda, “teleseverler” çoğalmıştı. Televizyon alamayanlar, her akşam televizyonlu evlerin misafiri oluyorlardı. O yıllarda parti liderlermizin “ben daha haklıyım, sen az haklısın” gibi kısır döngü tartışmaları da sık sık televizyon ekranında tekrarlanıyordu. Liderlerimiz, kendi açılarından haklıydılar. Bir çok kişinin televizyon seyredeceğini bildikleri için televizyon ile taraftar toplamaya çalışıyorlardı. Herkesin tuttuğu bir parti vardı. Benim partimin ve parti liderinizin daha haklı olacağı gerek ekrandan, gerekse partili taraftarlardan tekrarlana tekrarlana beynime kazınmıştı ve bu olgu, bilinçaltına, doğru olarak yerleşmişti. İste ben, bu hastalığa o zaman yakalandım. Hele buradaki hayallerimin bir kısmının gerçekleşmemesi, hastalığımı azdırmıştı. O yüzden, hep haklı çıkabilmek için uğraş gösterdim. Ama yıllardan sonra, bunun yanlış olduğunu öğrendim. Şimdi tedavisi ile uğrasıyorum. Hayli yol katetdim. Başaracağıma inanıyorum.

İsterseniz siz de kendinizi test edebilirsiniz. Diyelim ki, iki çocuğunuz bir nedenden dolayı kavga ettiler ve çözüm için anne baba olarak size geldiler. Eğer sizin çözümünüz “Ayşe sen haksızsın. Ali sen ise haklısın” gibisinden bir cevap ise, çocuklarda olabilecek düşüncelere bir göz atalım. Her çocuk anne ve babasını çok sever. Devamlı onların sevgi ve takdirlerini almak ister. Anne ve babasının daima kendilerini desteklediğini görmek ve hissetmek isterler. Yukarıdaki sizin “sen haklısın, sen haksızsın” çözünüzden sonra Ayşe, sizin takdirinizi kazanabilmek için haklı olduğunu kanıtlayıcı davranışlar içine girebilir. Ali de aynı şekilde düşünebilir ve hayatın kuralı buymuş diye devamlı haklılık mücadelesi verecektir. Her iki çocuğunuzun da “neyin doğru” olacağı düşüncesi akıllarına bile gelmez. Bu davranışlar tekrar edile edile, onların alışkanlığı olur. Bu konuda Jack Ensign Addington “100 Mind Power kitabında şöyle diyor: “Bir düşünce eken bir eylem biçer. Bir alışkanlık eken bir karaker biçer. Bir karaker eken kaderini biçer.

Eğer sizin çözümünüz, gerekli acıklamalar ile “neyin yanlış neyin doğru” olduğu biçiminde ise, çocuklarınız da olabilecek düşüncelere bir göz atalım.

“Kim haklı” sorusu ile “ne doğru” sorusu arasındaki temel fark şudur: Birincisinde fikirler kişisel olarak değerlendirildiği için, fikrin doğru veya yanlış olmasına hiç bakılmaz. İkincisi ise, fikirlerden çıkarılacak faydalı sonuçlara bakılır. Gerçekçi, kendini bilen ve iş yapmasını bilenler, kimin haklılığı ile uğraşmazlar, ne gibi faydalı bilgiler edinebileceklerine faydalı bilgiler edinebileceklerine bakarlar. Geçen hafta, çocuklarımızdan Ayşe ile Ali, herhangi bir nedenden dolayı kavga ettiklerinde, “Ayşe sen haksızsın, Ali sen ise haklısın” diye çözüm getirdiğimizde, çocuklarımızda oluşabilecek düşüncelere değinmiştik. Şimdi ise “kim haklı” yerine “Ali senin yaptıkların ve düşündüklerin şu nedenlerden dolayı doğru. Ayşe, seninkiler ise, şu şu nedenlerden dolayı az doğru, eğer şunları yapsaydın ve düşünseydin daha doğru olabilirdi” gibi getirdiğimiz bir çözümün çocuklarımızı nasıl etkileyeceğine bir bakalım. Küçük yaşta her çocuk anne ve basını çok sever ve onları daima dinler. Çünkü anne ve baba, onların olmak istedikleri modeldir. Yapıcı eleştiri ve yanlışlarının düzeltilmesi ile, edindikleri bilgiler ile, geleceklerini tasarlarlar. “Neyin doğru” olduğu çözümü çocuklarımıza araştırma, “neden sonuç” ilişkisi kurabilme alışkanlığı kazandırır. Böyle bir alışkanlıkla yetişen gençlerimiz ise, kendisi ve toplum için nelerin yararlı olduğunu daha çabuk bulur. Arkadaş, aile içi, komşuluk, okul ve iş yaşamı ilişkilerinde daha tutarlı olurlar. Çünkü savundukları, kişisellikten soyutlanmış doğrulardır. Girişimlerinde ve çalışma alanlarında daha aktif ve başarılı olurlar. Kendilerini ve toplumu daha iyi temsil ederler. Bundan hangimiz gurur duymayız ki?

Yaptıklarımızla çocuklarımızın güvenini kazanalım. Bu güven onların aileye ve topluma bağlılığını arttırır.

Kim haklı sorusuna cevap arayanlar zamanlarının çoğunu hoş görünmek, taraftar toplamak gibi fayda sağlamayacak düşüncelerle harcarlar. Devamlı, kendilerinden daha az bilenlerle beraber olmak isterler. Çünkü, her zaman haklı çıkmak isterler. Hep kendimizden az bilenlerle olursak, mesleğimizle ilgili konularda ilerlememiz az olur. Az bildiğimizi anlamamız ise, hırçınlığımız ve alınganlığımızı arttırabilir. Bazen, yanlış olabileceğini bildiğimiz halde ısrarla, kendimizi savunmaya geçebiliriz. Bu gibi kısır savunmalar, gelebilecek olan faydalı bilgilere de kapılarını kapadığı gibi, istemeyerek de olsa, karşımızdakileri kırmamıza neden de olabilir. Daha çok yalnızlığa ve mutsuzluğa doğru kendimizi itmiş oluruz.

Farklı düşünce gruplarında bir toplum olmamız ne güzel bir şanstır. Değişik düşünce alanlarında, değişik gruplar tarafından yapılan araştırmalar, toplumun hizmetine sunuluyor. Ne doğru, sorusuna cevap arayarak, kendi düşüncemizde olmayanlarlarla bile rahatlıkla diyalog kurabiliriz. Bilgi, beceri ve ekonomik olarak kendimizi ve toplumumuzu daha iyi seviyelere getirebiliriz. Bundan hepimiz fayda görürüz. SBS Radyosu başka bir dilde yayına başlarken “Many Voices of One Australia” (Cok Sesli Bir Avustralya) diyor. Evet, bizler de, farklı düşünceleri savunabilen, fakat birlikte de olabilen bir Türk Toplumu diyebiliriz.

Her insan hata yapabilir. Hataları hoş görebilen bir toplum olabiliriz. Türkiye’nin önerisiyle Birleşmiş Milletler 1995’i dünyada Hoşgörü Yılı ilan atti. EVET BİZLER DE BİRBİRİMİZİ HOŞGÖREBİLİRİZ.

Haftaya görüşmek dileğiyle.
Saygılarımla.

KAYNAK:
1. I AM RIGHT YOU ARE WRONG” - EDWARD DE BONO.
2. “100 MIND POWER” - JACK ENSIGN ADDINGTON” BİROL ÇETİNKAYA
TARAFINDAN “100 DŰŞŰNCE GŰCŰ” OLARAK TŰRKÇE ÇEVİRİSİ YAPILMIŞTIR.
BAŞARIMIZLA ÖVÜNELİM ve MORALİMİZ İ YÜKSEK TUTALIM (20 Ocak ve 27 Ocak 1995)

Burada kullandiğim "Övünmek" kelimesi, "kendimize inanmak, başarılarımızı takdir etmek ve yeteneklerimizi kibarca karşımizdakilere anlatmak" anlamında kullanılmıstır.

Başarılarımızla, iyi yaptıklarımızla ve sahip olduklarımızla övünmek insana moral, güc ve güven verir. Bazen henuz yapamadigimiz fakat basaracagimiza inandıklamızla ovunmek de gitmek istedigimiz yolda daha çabuk ilerlememize yardımcı olur.

Çocukluğumda "Mütavazi ol, senin yaptıklarını karsındakiler anlar ve mutlaka takdir ederler" diye ogrenmistim. Yillar sonra bunun yanlis oldugunu anladım. Birincisi bu benim yetistigim ortamda gecerli idi, ikincisi ihtiyacim oldugu anda alamadigim takdiri sonra ne yapacaktım? Tabi ki insanin onceden ogrendigi aliskanliklarla birlikte yasamasi kadar guzel bir sey yoktur. Eger cevre sartlari degisti ise etrafa uyum saglayabilmek icin zaman zaman aliskanliklarimizda yenilikler yapmak gereklidir. Bu yapilan yenilikler mutlulugumuzu ve basarimizi arttirir.

Ovunmekle ve guven verici konusmakla ilgili bir deneyimimi izninizle aktarayim. Turkiye'de edindigim bilgisayar programciligi ile ilgili bir ise girmistim. Yaptigim programlarin dogru olarak calisacagina inaniyordum. Fakat mutavaziligimi korumak icin, "Bilmiyorum, bilebildigim kadari ile yaptim insallah calisir" diyerek yaptigim isi bir ustume teslim ediyordum. Bunun yaninda yeni mezun olmus bir kisi yaptigi program icin "Harika bir program yaptim, hic hatasiz calisacak, cunku ben bu isin uzmaniyim" diyerek yaptigi isi bir ustune teslim ediyordu. Sonunda benim programim hic hatasiz calisirken yeni baslayanin programinda bir cok hata cikiyordu. Ve o "Ozur dilerim bunu atlamisim" diyerek bir cok duzeltmeden sonra programini calistiriyordu. Calisan programi icin "Su programa bakin! ne harika calisiyor" diyerek digerlerine ovunuyordu. Ama ben ayip olur diye ovunemiyordum. Toplantilara yeni mezun olani cagiriyorlar ve is yeri ile ilgili kararlar alinacaginda ben cok tecrubeli olmama ragmen benim fikrim sorulmuyordu ve yine onun fikrini soruyorlardi. Peki benim hatam neydi? Neden daha cok bilmeme ragmen hakkettiklerimi alamayordum. Yeni mezun olan ve benden daha az bilen neden daha cok ilgi ve takdir goruyordu. Cunku ben sahip olduklarimla ovunmesini bilmiyordum. Ovunemedigim icin de guvenli konusamiyordum. Bunlar bana ders oldu.

Cogumuz Avustralya'ya daha cok para kazanmak, daha rahat ve uygar yasamak veya cocuklarimiza daha iyi bir gelecek saglamak veya benzeri sebeplerden geldik. Ama % kacimiz amaclarini gerceklestirebildi? Amaclarina ulasanlardaki gizli guc neydi? Hepimiz ayni noktadan baslarken neden bazilarimiz daha basarili oldu? Neden digerlerimiz hala oldugumuz yerde belkide daha gerilerdeyiz? Tanri onlara "Yuru ya kulum" derken, bize "Sen oldugun yerde bekle mi dedi?

Bazilarinin yollari hep acik olurken, "kotu kader" kapilar yalniz bize mi kapadi? Iste basarisizliklarimizdan bir tanesi de yeterince elimizdekilerle ovunememiz ve beynimize kendimize guvendigimz konusunda yeterli sinyali gonderememizdir.

Herkesin mutlaka ovunecegi bir seyi vardir. Cocuklarimiz bizi cok seviyordur, guvendigimiz arkadaslarimiz vardir, cocuklarimiz istedigimiz yonde ilerlemis olabilir, iyi bir maddi varligimiz vardir veya yaptigimiz isi cok iyi yapiyoruzdur. Mutlaka ovunecek bir seyimiz vardir. Iste onu bulup aciga cikaralim. Buldugumuz seylerle ovunelim. Bunlari yuksek sesle birkac defa tekrarlayarak beynimize kaziyalim. Kendi kendimize moral, guc ve guven verelim. Beynimizi de buna alistiralim. Karanlikta ve yalniz olan kisi korkmadigini kendine anlatmak icin islik calarmis. Beyin bu "korkmuyurum" emrini aldigi icin insanin korkusu azalirmis. O halde neden bizde sahip olduklarimizla ovunup kendimize guven vermeyelim?
Hic birimiz hangi yasta olursak olalim "Ben su su isleri yaptim, basarisiz
oldum, ben hic bir ise yaramam" gibi moral bozucu ve guevensizlik yaratici dusunceleri aklimiza bile getirmeyelim. Zaman zaman basarisizliklarimiz aklimiza gelirse hemen yaptigimiz guzel seyleri "Ben sunlari yaptim ve daha yapacagim su su islerde var" gibi olumlu ve guven verici dusunceleri aklimiza getirelim. Davamli basarinizla ovunurseniz ve kedinize guvenirseniz inanin yolda bir daha dik yurursunuz. Isterseniz kendiniz de deneyin. Ornegin :Basarisizliklari ve moral bozucu seyleri bir kac defa tekrar ettikten sonra vitrin camindan kendinizi seyredin Bunun tersi olarak hep basarilarinizi ve ilerde basaracaginiz isleri kendi kendinize yarim saat tekrar ettikten sonra ayni vitrin caminda kendinizi tekrar seyredin. Iki goruntu arasindaki farka sizde sasacaksiniz. Daha bir dik yurudugunuzu ve umut dolu bir yuz goreceksiniz. Iste bu gorunumun ilerlemenize, mutlu olmaniza ve basarili olmaniza buyuk etkisi vardir.

“Burada kullandığım “Övünmek kelimesi, “Kendimize inanmak, başarılarımızı takdir etmek ve yeteneklerimizi kibarca karşımızdakilere anlatabilmek anlamında kullanılmıştır.

Geçen haftanın sonunda “Yapacağim, başaracağım, ben ne zorlukları atlatmadım ki, amaçlarım doğrultusunda daha çok ilerleyeceğim” gibi olumlu düşünceleri kendi kendimize belirli bir süre tekrarladıktan sonra, yolda bile bir daha dik yürürüz demiştik.

Şimdi, kendi kendimizle övünmemizin ve başaracağımıza inanmanın, beynimizdeki olusan düşünce zincirine bir bakalım. Daha önceki haftalarda (üçüncü bölümde) belirttiğimiz gibi beynimizde iki türlü bellek vardır. Bilinçli bellek ve bilincaltı “Gönüllü hizmetçi” gibi bizim emrimizde çalışır. Görevi, çalısmakır. “Ben şu işleri başardım, şimdi de şunları yapacağım” diye tekrarladığımızda bu “şunları yapacağım” emri bilinçli bellek tarafindan bilinçaltına gönderilir. Bilinçaltı bu emri aldığı zaman hemen harekete geçer, “sahibim şunları yapacak hazır olun” diye kollara, bacaklara ve bütün organlara emir gönderir. Organlarda canlılık başladığı için örneğin daha bir dik yürüme gercekleşmiş olur. Bilinçaltı ayrıca kendinde var olan bütün bilgileri derler, toparlar, ayrıca eksikleri de yapılması gerekenler ile birlikte belleğe gönderir. Bilinçli bellek de kendine gelen bu bilgilerin ışığında karar alır, kişi olarak hedefe doğru ilerlememiz bir arkadaşınızı yemeğe çağırdığınızda ne hazırlıklar yapılacağına karar vermeniz gibi. Bilinçaltı, ardadaşınızın neyi sevip sevmediğini, daha önceden kendinde var oldugu için bu bilgileri, ayrıca yemek hazırlamak için nelerin yapılması gerektigini, bilinçli belleğe gönderir. Bilinçli bellek de hava durumuna göre içerde ve dışarda yenileceğine, eldeki malzemelerin neler olduğuna, bütce durumuna göre daha nelerin alınması gerektiğine karar verir. Sonunda arkadaşınıza yemeği vermiş olursunuz.

Başarılarımızla övünür, kendimize güvenir ve “yapabiliriz” gibi olumlu düşünceleri sıkca tekrar edersek, bilinçli bellek bunları bir emir olarak blinçaltına gönderir. Bilinçaltına kayıt edilen her emir de sonunda yerine getirilir. Unutmayalım para pul istemeden emrimizde çalışan bir hizmetciden neden maksimum faydayı sağlayıp amaclarımıza ulaşmayalım? Bunun yanında yaptıklarımızla övünmeyip ve ileriye güvenle bakmayıp. “Nasıl olsa bu işler düzelmez, ben ne yapabilirim ki” diye olumsuz düşünür emrimizdeki gönüllü hizmetçiden faydalanmak istemeyebiliriz de. Ama neden faydalan mayalım ki?

Övünmek ile ilgili başka bir izlenimimi aktarmak istiyorum. Bir kaç yıl önce Brisbane’na tatile gitmiştim. Çevreyi tanımak için katıldığımız tur söförü göreceğimiz yerler için “dünyanın en modern binası, dünyada eşi olmayan botanik bahçesi, Okyanus’u ilk geçen uçak ve Avustralyalı’nın hayat hikayesi” gibi övgü dolu sözlerle tura başlamıştı. Gezinin başında kendi kendime “Çok şanslıyım. Çok değerli ve güzel şeyler göreceğız” diye düşünmüştüm. Fakat sonunda beklediklerimi bulamadım. Gördüğümüz yerler güzeldi fakat, Sydney’ dekilerden daha güzel de değildi. Övünmekle Brisbane’li ne yapıyordu? Birincisi çok değerli şeylere sahibiz diye kendine moral veriyordu. Ikincisi bölgesini güzel bir biçimde reklam yaparak daha çok turist gelmesini sağlıyor ve ekonomik kalkınmaya yardım ediyordu.

Bu arada, Türkiye’yi düşündüğümüzde, ne kadar çok doğal güzellikleri ve tarihi eserleri var. “Madem orası güzeldi de neden burdasın?” diye düşünelebilir diye, belki de bir kısmımız, Turkiye’yi yabancılara övmekten kacınabilir. Bunu hiç düşünmeyelim. Eğer mesleğimizi
çalısıyorsak, bizi buralara gelecek kadar bilgi ve beceri sahibi yapan o ülkedir. Türkiye’nin övülenelecek bir yerini bulup bunları yabancılara anlatırsak, hem kendimize moral vermiş oluruz hem de ülkemizin tanıtılmasına katkıda bulunmuş oluruz. Bu da burada yaşayan bizlere fayda sağlar.

Eğer çocuklarımız, yaptıkları iyilerle, abartarak da olsa övünüyorlarsa; bırakalım övünsünler. Abarttıkları kısımları nasıl olsa zamanla yapacaklardır. Çünkü “yapacağım, başaracağım” düşüncesi, küçük yaşta beyinlerine işlenirse, ilerdeki hayatlarında kendilerini güven alışkanlığı alınmış olur. Bu da basarılarını olumlu yönde etkiler. Ayrıca, okul ardadaşları hep övünecek bir seyler buluyorlarsa, neden bizim çocuklarımız övünecek birşey bulamayarak kendilerini yalnız hissetsinler? Haftaya görüşmek dileğiyle.

Hafataya gurusmek dilegiyle. Saygilarimla.
KAYNAK : "Think and Grow Rich". By Napoleeon Hill
MUTLULUĞUMUZU ARTIRABİLİRİZ (13 Ocak 1995)

NLP (Neruo Linguistic Programming) uzmanları söyle diyorlar. “Nefret, kıskançlık, eleştiriden rahatsız olma ve başkalarını tenkit etme alışkanligi, kisiligimizdeki korkunun şekil değiştirmiş biçimidir”.

Eğer çocukluğumuzda çok eleştiri ve tenkit almış isek, bunun yarattığı rahatsızlık bilinçaltına yerleşmiştir. Birisi, yaptığımız işi veya fikirlerimizi eleştirecek olursa; bilincaltıi, hemen savunma mekanizmasını çalıştırır ve kalkanlarımızı hazırlarız. Fikirlerimiz yanlış da olsa, bütün gücümüzle kendimizi savunmaya geçeriz. Hiç bir zaman karşımızdakine “Haklı olabilirsiniz” diyecek cesareti gösteremeyiz. Günlük konuşmalarda hepimiz bunu izlemişizdir. Hep savunma durumunda olduğumuz için, karşımızdakilerin söyledikleri içinde faydalı olabilecek fikirlere de kapılarımızı kapatmış oluruz. Kısa vadede kazanmış gibi görünsek de, yeniliklere kapalı olduğumuz için uzun vadede biz zararlı çıkarız.

Bir çoğumuz “haklı olabilirsin” demekle başkalarının üzerimizde kontrol kuracağını düşünebilir. Kendini bilen kişi, hiç bir zaman başkaları üzerinde kontrol kurmaz ve başkalarının da kurmasına izin vermez. Karşısındakileri kibarca uyaracak bir yol bulur.

Fikirlere ve yeniliklere açık olmayan kişiler çoğunlukla olumsuz düşündükleri için mutsuzdurlar. Başarısız olduklarında çevredeki olayları ve kişileri şuclayarak kendilerini savunma yöntemini seçerler. Halbuki teknolojinin ilerlemesi yeni fikirler oluşmustur. Bu yeniliklere ayak uydurabilenler hep kazanmışlardır.

Çevremize olumlu bakabilmek en büyük mutluluk kaynağımızdır. Tabii ki etrafta gelişen olaylar, her zaman beklentimiz doğrultusunda gelişmez. Ama olumlu bakmasını bilirsek, mutlaka kendimizi mutlu yapacak ve güvenimizi kaybetmeyecek bir taraf bulabiliriz. Örneğin; 8 tane çöp kutusunun arasında açan iki tane küçücük çiçeği görebiliyor muyuz?

Söyleyeni hatırlayamadığım bir deyişi aktarayım. “Olumsuz bakan, yalnız tüneli; olumlu bakan, hem tüneli hem ışığı; gerçekçi bakan, ise hem tuneli, hem ışığı, hem de gelen treni görebilir. “ İyiyi, güzeli görerek mutlu olabilir ve daha çok kazanabiliriz. Ya da birçok şeyi olumsuz değerlendirerek, hayatı kendimize ve etrafimızdakilere zehir edebiliriz. “Nefret ediyorum, sevmiyorum” gibi olumsuz sözcükleri konuşmalarımızdan çıkararak daha olumlu sözcükleri kullanma alıskanlığı elde edebiliriz. Devamlı olumlu düşünür ve olumlu konuşursak, başkaları da bize olumlu konuşur. Bu da bize mutluluk verir. Avustralya’ya ilk geldiğimiz günlerde bir Avustralyalı’yı yemeğe cağırmıstık. Biber dolması ikram ettik. O “I like them but, they don’t like me” (Seviyorum ama onlar beni sevmiyolar) demiş ve yememiştir. Bu da bana ters gelmişti; bir insan bir şeyi ya sever ya da sevmez. Niye direk söylemiyorlar diye düşünmüştüm. Ama adam, biberi sevmediğini kibarca ifade etmişti. Son zamanlarda bazı ana okullarında çocuklara sevmedileri yemekler için “I hate, I don’t like” (Nefret ediyorum, sevmiyorum) yerine “I like but I don’t Want it now.” (Severim ama, şimdi istemiyorum) gibi olumlu konuşma ve olumlu düşünce alışkanlıklarının aşılandığını gördüm. Bizler de çocuklarımıza aynı biçimde davranarak, onlara olumlu düşünme ve konuşma alışkanlığını aşılayabiliriz. Ayrıca, hoşgörülü olmak ve bağışlayabilmek de insana rahatlık ve mutluluk verir. Atalarımızın dediği gibi “affetmek ve bağışlamak büyüklüğün şanındandır.” Psikoloji uzmanları, affetmeyi, daha değişik yorumluyorlar. Başkalarını affetmekte aslında kendimizi bağışlamış oluyoruz. Çünkü bizi mutsuz eden olaya daha değişik açıdan bakabilir ve mutlu olabiliriz.

Bir kısmımız, herkezin bir karakteri vardır o değişmez, diye düşünebilir. Burada söylemeye çalıstığım; olumlu ve zorumlu alıskanlıkları benimseyebilmektir. Örnegin; Türkiye’de otomobil sürerken sağdan gidiyorduk. Ama burada, hepimiz solda otomobil sürüyoruz. Biz, bu yeni zorunlu alışkanlığı tekrar ede ede öğrendik. Bunun gibi beğenmediğimiz alışkanlıklarımızı yenileri ile değiştirebiliriz. En azından, başkaları söylediği için davranışlarımızda değişiklik yapabiliriz. Örneğin; çocuğumuza kızarken yüzümüzün aldığı şekli bir düşünelim. Yüzümüzdeki şekil ne is, çocuklarımız da “başkalarına kızma böyle oluyormuş” diye bize bakarak öğrenir. Aynanın karşısına gecip çocuğumuza kızdığımız anı tekrarlayarak yüzümüzdeki ifadeyi izleyelim. Eğer biz beğendiysek değiştirmemize gerek yoktur.

Mutlu olabilmemin bir diğer şartı da insanları, çevreyi, hayatı ve yaşamayı karşılıksız sevebilmektir. Ektiğimiz sevgiler mutlaka bir gün bize geri gelir. Başkalarından göreceğimiz bu sevgiler ise, bize mutluluk verir.

Bütün ükelerde tekrarlanan bir sözcük vardır. “Çocuklarımıza barış dolu bir dünya bırakalım.” Biz buna bir ekleme yapalım ve mutlu olmasını bilen ve barış içinde yaşayabilecek bir gençlik yetiştirelim.”

Haftaya görüşmek dilegiyle. Saygılarımla.



KAYNAK:

“LOVE IS LETTING GO OF FEAR” - MD GERALD G JAMPOLSKY.
“ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM” (6 Ocak 1995)

Baskaları tarafindan övülmek, güzel şeyleri duymak, sevildiğini ve sayıldığını hissetmek, kısacası; varlığını kabullenildiğini görmek insanlara mutluluk verir. Hepimiz bunları isteriz. Çünkü insanların doğasında vardır. Bu güzel duygulara sahip olmak, çoğunlukla, karşımızdakilere verdiklerimizle ölçülür. Birisine “Teşekkür ederim, eline sağlık, sağol.” gibi olumlu sözleri söylemek için uzaklara gitmeye, eğitim görmeye veya para harcamaya gerek yoktur. Bu kadar kolaylıkla söyleyebileceğimiz güzel sözleri neden söyleyerek karşımızdakileri mutlu etmeyelim ve bizler de mutlu olmayalım?

Bir çoğumuz belki de, teşekkür etmekle karşımızdakilerin, haksız yere kendimizden daha büyük ve değerli olacağını düşünür ve bu sözcüğü kullanmak istemeyebiliriz. “Ben ona niye teşekkür edeyim ki, o bana teşekkür etsin, onu niye haksız yere yücelteyim” gibisinden düşünebiliriz. Bu yanlıştır. Teşekkür etmekle asıl büyük olan ve yücelen biz oluruz. Teşekkür etmesini bilen ve edebilen devamli kazanır.

Teşekkür büyük bir ödül gibi dağıtıldığı bir çevreden gelmiş olabiliriz. Eğer böyle bir ortamda yetişmiş isek, “Teşekkür ederim” sözcüğü ancak çok büyük bir başarıya karşı veya çok memnun olduğumuz zaman ağzımızdan çıkabilir. Halbuki Avustralya’da “teşekkür” de “lütfen” gibi sihirli sözcüklerden biridir. Bunu Avustralya’da okula giden çccuklarımız, “Magic Words” olarak bilirler. İsterseniz onlara “Magic Words” nedir diye sorunuz. Size “Please” ve “Thank you” olarak cevap vereceklerdir.

Bizler, teşekkür etmesini çocuklarımıza öğretmemiş olabiliriz. Fakat çocuklarımız, nasıl olsa bunu okullarda öğretmenlerinden öğreniyorlar. Halbuki bizim çocuklarımız, anne - babalarına öğretmenlerinden daha çok değer verirler. Neden bu güzel sözcükleri bizlerden duymasınlar ve çocuklarımızın aileye güven ve bağlılığını arttırmayalım? Çocuklarımıza, yaptığı işler için teşekkür edersek, aile ve çevreden alınan eğitim farklılığı da azalmış olur. Kendimize soralım. “Kızım bana bir bardak su ver” dediğinizde su geldikten sonra kızınıza teşekkür ediyormusunuz? Eğer etmiyorsanız kızınız söyle düsünebilir. Ben bir iş yaptım ama annem veya babam bana teşekkür etmedi. Halbuki ben bu suyu arkadaşıma getirseydim, onlar bana teşekkür ederlerdi. Ben annemi babamı çok seviyorum. Onlara inanıyorum ve güveniyorum. Ama niye teşekkür etmediler, gibi olumsuz düşüncelere kapılabilir. Bu gibi olumsuz düşüncelerin çoğalması da çocuklarımızın anne babaya olan güveninin azalmasına ve aileden kopmasına yol açabilir. Bunun yanında, teşekkür etmesini öğrenerek büyüyen çocuklarımızın ise hayatlarında başarılı olma sansı artar. Bu da biz anne babalara mutluluk verir. Çocuklarımızın başarısıyla övünürüz.

Birileri çocuğumuza hediye getirdiği zaman “Teşekkür etsene oğlum veya kızım” deriz. Peki biz onlara daha önce teşekkür etmesini öğretebildik mi acaba? Daha önce üçüncü bölümde belirttiğimiz gibi, insan, bilinç altına yerleştirilmiş bilgilere bağlı olarak başarılı veya başarısız olabilir. Çocuklarımızın bilinç altı belleği doğduklarında boştur. İlk olarak anne ve babadan öğrendikleri ile, bilince alt belleğini doldururlar. Öğrendikleri bilgilerin durumuna göre, hayatlarında başarılı veya başarısız olurlar. Tabii ki, her anne, baba, çocuklarının başarılı olmansını ister. O halde neden, teşekkür gibi olumlu bilgilerle onların bilinç altı belleğini doldurmayalım? Neden, coucuklarımız burada hayatlarına yön verecek bilgileri ilk önce bizlerden öğrenmesinler? Eğer bizlere çocukken, teşekkür edilmesi öğretilmedi ise, öğrenebiliriz ve bunları çocuklarımıza da öğretebiliriz ve kendimizi yenileyebiliriz.

Bu bölümü de Aristo’nun bir sözü ile kapatalım. “Gençlerin yetişmesine önem ver, çünkü bu yolda herhangi bir ihmal memleketin yapısını mahveder.”

Haftaya görüşmek dileğiyle. Saygılarımla.
KENDİNE GÜVEN VE BAŞARACAĞINA İNAN (30 Aralik 1994)

Birçok başarılı kişilerle konuştuğumuzda, başalarında kendine güvenin büyük bir rol oynadığını görürüz. Kendine güvenmeyen ve başaracağına inanamayan birine iş çevirmek için gerekli sermayeyi verseniz bile zarar ettiğini görebilirsin. Bunun yanında kendine güvenen ve başaracağına inanan birisi ekmegğni taştan bile çıkarabilir.

Okyanusu aşıp dinini, dilini ve kültürünü bilmediğimiz, 18 bin mil uzaktaki bir ülkeye gelen bizler, çok akıllı kişileriz . Kendimize olan güven ve inancımız bizleri buralara kadar getirdi. Kendine güveni ve başarı inancını yitirmeyen kişilerimiz başarılı olmuşlardır. EVET HEPİMİZ BAŞARILI OlABİLİRİZ. O GÜÇ İÇİMİZDE VAR, KULLANILMAYI BEKLİYOR.

Zaman zaman kendimize olan güven azalmış olabilir. Kendine güven azaldığı yerde, mutsuzluğumuz artmaya başlar. Kendimize güvenin azalmasının bazı göstergelerini sıralayalım.

Başkalarının düşüncelerine kendi düşüncelerimizden daha fazla değer veririz.

Eleştiriye tahammül edemeyiz. Bazı konularda çabuk alıngan oluruz. Çoğu olası şeyleri kötü şanstan dolayı kaybettiğimize ya da yapamadığımıza inanırız.

Olması ya da yapılması gereken bir işi, bahaneler uydurarak erteleriz.

Başarısızlığımıza, bizim dışımızda bazı şeylerin neden olduğunu düşünür ya da inanırız.

Basit şeyleri şansa ya da kadere bağlarız.

Kendimize olan güvenin azaldığını hissettiğimiz anda, hemen arttırma yoluna gitmemiz gerekir. Tıpkı vücudumuza giren bir virusu öldürmek için antibiyotuk kullandığı mız gibi, beynimize hemen güven şırınga ederek, güvensizlik mikrobunu öldürebiliriz. Peki nedir bu güvenlilik şırıngası. Bu, her kişide değişik olabilir. Ama biz burada, yaygın olan birkaçımını sıralayalım.

1. Hareket yaparak beyne daha fazla kan pompalanır ve bloklanan sinir ucları acılır. Örneğin: Hiçbir şey yapamıyorsanız, merdiveni birkaç defa hoplayarak (iki ayagınız aynı anda yerden kalkar ve aynı anda yere iner) inip çıkalım.

2. Geçmişten bir mektup veya bir resme bakarak, güzel ve güven duygularımızı tazeleyebiliriz.

3. Geçmişte başarılı ve mutlu olduğumuz bir anı tekrar yaşayarak da güvenimizi arttırabiliriz.

4. Gelecekte başaracağımız bir işin sonuçlanmasını veya çoguğmuzun başarılı olduğunu hayel ederek de kendimize olan güveni tazeleyebiliriz.

Zaman zaman, bir çoguğmuz düşünerek, yapılması gerekeni bulmuşuzdur. Fakat nedense, bir türlü harekete geçememiş olabiliriz. Bunların nedenleri kendimize olan güvenin azlığından başka birşey değildir. Güvensizliğin ana nedenlerinden biri, çocukluğumuzda aldığımız çok fazla tenkit ve eleştiri olabilir. Eşlerin birbirlerini devamlı eleştirmeleri ve tenkit etmeleri de, insanin kendine olan güven duygusunun azalmasına neden olabilir.

Şöyle bir etrafımıza bakalım. Bugün gördüğümüz ve insanlığın hizmetinde olan birçok şey, kendine güvenen kişilerin başarılarıdır. Örneğin: Edison kendine güvenmeseydi ve başaracağına inanmasaydı, bugün elektirik, insanlığın hizmetinde olabilir miydi? Uçak, telefon, radyo ve televizyon için de ayni şeyi söyleyebiliriz.

Kendine güvenen çocuk ve gençlik yetiştirmemiz, toplumumuzun daha parlak bir geleceğe sahip olmasını sağlar. Çocuklarımıza güvenelim, onları her hatalarında eleştirmeyelim ve tenkit etmeyelim. Kendilerine olan güven duygularını devamlı körükleyelim. Onlara “AFERİN OĞLUM SANA, AFERİN KIZIM SANA, BAŞARACAĞINI BİLİYORDUM, SANA İNANIYORUM VE GÜVENIYORUM” gibisinden cesaretlendirici sözler söyleyebiliriz. Etrafta neler olup bittiğini, güven duygularını sarsmadan, onlara anlatabiliriz. Aynı güzel sözleri eşlerimize de söyleyerek, onların güven duygularını arttırabiliriz.

Kendine güvenen insan, daha çok atılımcı ve girişimci olur. Yeni atılımlardan korkmayalım. İnsan beyni çok güçlüdür. İyi yönde kullanıldığı zaman çözemeyeceği hiçbir problem yoktur. Tabi ki yeni atılımlar, yeni problemler ve sorunlar getirebilir. Ama, başaracağına inanan ve kendine güvenen kişi beyninin gücüyle her zorluğun altından kalkabilir.

EVET 1995 DE KENDİMİZE DAHA ÇOK GÜVENELİM. ÇOCUKARIMIZA, KENDİLERİNE GÜVEN DUYGUSU AŞILAYALIM. BAŞARACAĞIMIZA İNANALIM VE BAŞARIMIZLA ÖVÜNELİM. Bu bizim hakkımızdır.

Hepinize mutlu yıllar dierim.

Haftaya görüşmek dileğiyle. Saygılarımla.
YAPABİLDİKLERİMİZİN EN İYİSİNİ YAPMAK (23 Aralik 1995)

Başarılı olmanın ve daha çok kazanmanın diğer bir yolu da yaptığımız işin en iyisini yapabilmektir. Teknolojinin ilerlemesi ile insanların istek ve mutluluk standartları da değişmektedir. Yaptığımız işte ilgili araştırma yapmak ve yeni standartlar geliştirmek ve bu yenilikleri işimize uygulamak, kazancımızı ve başarımızı arttırır.

Bu konu ile ilgili bir gözlemimi sizlerle paylaşmak istiyorum. İşime yakın yeni açılan “FOOD HALL”da bir İtalyan “Eat or Take away” vardı. Çeşit çokluğu, kalite ve de fiyat çok uygundu. Birkaç defa öğle yemeğini orada yemiştim. Gözlediğim kadarıyla müşteri sayısı diğer dükkanlardan çok çok azdı. Çalışanlar “Yes please, can I help you” diyerek, isteklerimizi soruyorardı ama, öyle bir söyleyişleri vardı ki, sankı istek sormuyorlar da, tokat vuruyorlardı. Uzun bir aradan sonra aynı dükkana uğradığımda, yiyecek almak için ne çok adam beliyordu? İnanamadım. Yemekten sonra tebrik etmek için eskiden tanıdığım sahibi ile konuştum. Laf arsında dükkanın müşteriyi nasıl topladığını sorduğumda, “Müşterilerimin tam kaybolmaya bayladığı sırada, insan kaynakarının kullanılması konusunda bir uzmanla konuştum. Kendim de dahil, tüm çalışanlar bu konu ile ilgili seminerler gittik. Uzmanın önerilerini uyguladık. Sonuç bu “ dedi.

Buradan anladığım; bu kişi, yeni bilgi ve yöntemler öğrenerek uygulamaya koymuştu. Kendini yenilemiş ve daha çok kazanmıştı. EVET, BİZLER DE YAPABİLİRİZ.

Yaptığımız iş ne olursa olsun, ilgili konuda araştırma yaparak, yenilikleri öğrenerek ve işimizde uygulamaya koymakla daha az zamanda, daha kaliteli ve daha çok üretim yaparak başarı seviyemizi arttırabiliriz. Örneğin; bir çoğumuz tarafından bilinen ve çok önceden var olan “Neden ve Sonuç İlişkisi Yöntemi” yararlı olabilir. Her işyeri bu yöntemi uygulayarak sonuçları, nedenleri ve olası gerçekçi çözümleri bir kağıda yazarak en uygun çözümü seçebilir.

Ne satıyorsak satalım, eğer daima müşterimiz, yenisini getirmiyorsa ya da sayısı artmıyorsa, yaptığımız işin en iyisini yapıyoruz diyemeyiz.

Eğer bir işte çalışıyorsak, nedeni ne olursa olsun, işten ayrıldığımızda yerimize başka bir Türk’ü almıyorlarsa, işyerinde de yuapabildiklerimizin en iyisini yapmış sayılmayız.

Eğer hiçbir iş yapmıyorsak, mutlaka yapacak bir iş bulmamız lazım. “İşleyen Demir Işıldar” atasözünü hatırlayalım. Çalışmayan aletlerin paslandığı gibi, calışmayan vücut ve kafa da paslanır. İlave olarak, bir çok hastalıkların sahibi bile olabilirz. Bu konuda bir Hint deyişi vardır. “Eğer kendi evini yapamıyorsan, kendi evini yapan birini taş taşı.”
Haftaya görüşmek üzere. Saygılarımla.
KAYNAKLAR:
DÜŞÜNCE ATLASI . Nüvit Osmay
MUTLULUĞU, GÜZELİ VE ŞANSI YAKALAYABİLMEK ( 9 Aralik ve 16 Aralik 1994)

Avustralya’da insanı mutlu edebilecek çok güzellikler, ayrıca etnik toplumların yararlanabileceği çok olanaklar var. Kaçımız bu güzellik ve olanaklardan tam olarak yararlanıp, başarı şanımızı ve mutluluğumuzu arttırabiliyoruz.

Bazan beynimiz o kadar doludur ki, çevremizde dolaşan mutluluk ve şansı görmemiş olabilir. Sydney’e ilk indiğimde uçaktan görünüş, beni çok etkilemişti. Heryer yemyeşil ve tertemiz. Bahçeli ve havuzlu evler. Çok güzel ve geniş olanakları olan bir ülkeye gelmiştim. İngilizce öğreten ve ülkeyi tanıtan ücretsiz kurslar vardı. İşsizlik parası vardı. Ücretsiz hastanelerde tedavi olunuyordu. Ulaşım, hava kirliliği ve buna benzer insan sağlığını etkileyen sorunlar yoktu. İnsanlar hep güler yüzlü ve saygılı. Her şey benim için çok olumlu idi. Tam bana göre bir yere gelmiştim. Hatta bu güzel ve olumlu izlenimlerimi ülkeme gönderdiğim ilk mektubumda bile yazmıştım.

Herşeye büyük bir ümitle bakıyordum. Bir kaç sene içinde yeterli para biriktirip ülkeme döner bir ev alıp küçük bir de iş kurarım diye bekliyordum. Ama, bu gizli beklentilerimi, yani kısa zamanda Avustralya’da para biriktirip tekrar Türkiye’ye döneceğimi, müracaat ederken elçiliğe söyleyemezdim. Çünkü müracaatımı kabul etmeyebilirlerdi. Elçilik oraya göçmen olarak gidip Avustralya’da yerleşeceğimi biliyordu. Varsın onlar öyle bilsinler. Ben kısa zamanda paramı biriktirip ülkeme geri dönecektim. Bu kanunla engellenmiyordu.

Belirli bir süre sonra, kısa zamanda para biriktirip ülkeme geri dönemeyeceğimi anlamaya başlamıştım. Borçlanarak kendi evimde oturuyordum. Burda yaşamaya karar verirsem herşey çok güzeldi. Adamlar, sistemi ona gore ayarlamışlardı. Ama ülkemden vazgeçemezdim. Üçbeş yıllık bir süre içinde, Türkiye’de bir ev alacak, bir iş kuracak para biriktirmek benim için çok zordu. Huzursuzlugum ve mutsuzlugum başlamıştı. Avustralya hükümeti kendi vaadlerini yerine getiriyordu. Her taraf hala yemyeşil ve tertemizdi. Kurs imkanları devan ediyor. İş bulamayanlara işsizlik paraı veriliyordu. Hastanerlerde insanca davranış ve ücretsiz bakım hala devan ediyourdu. Fakat bu güzellikler ve olanaklar bana eskisi gibi cazip gelmiyordu artık. Turkiye’ye bu durumda dönemezdim. Büyük havalar atarak gelmiştim. El alem ne derdi. “Varını yoğunu sattı taaa uzaklara gitti eli boş döndü.” demezlermiydi?

Kendimin yanlış olacağanı kabul edemiyordum. Fakat beklentilerimin gerçekleşmemesinin bir suçlusu olması gerekirdi. Bu ülkeyi suçlayamazdım. Sözlerinde durmuşlardı. Pekiyi, bu suçlu kim olacaktı. Bu suçlu bana ilk geldiğimde yardımcı olmaya çalışan arkadaş, akraba veya bir dost olabilirdi. Aslında suçlamaya çalıştığım kişiler, beni hava alanından almıslar, yerleşmeme, iş bulmama, çevre edinmeme yardımcı olmuşlardı. Çevreyi tanıtmışlardı. İlk önceleri her öğütleri ve önerileri için “Çok teşekkür ederim, siz olmasaydınız, bunu beceremezdim” gibisinden memnun olduğumu bildirirdim. Hayallerimin yıkıldığı gördükten sonra bu öneriler bana batmaya başlamıştı.

Bunlar, bir çok kişide ortak olan duygular olabilir. Türkiye’de beraberlerken belki de bir çok akrabalar ve kardeşler, burada dargın olabilirler. Bir tanıdiğım, daha önceden buraya gelmiş ağabeyisini suçlarken şöyle demişti. “O mu, bizi ilk geldiğimizde garajda yatırdı. Bir başkası da “ ağabeyimin hanımı, benim bulduğum işi kıskandı.”

Bütün bu duyguların esiri olarak değişik yollarda kenimizi kanıtlamak için uğraş vermiş olabiliriz. Bunlardan bir tanesi de başkalarının yaptıkları işin daha iyi nasıl yapılabileceği konusunda bilgiçlik taslamak ve eleştiri yapmak olabilir. Eleştiri yapmak bir şey ortaya koymaktan çok daha kolaydır. Örneğin 2-3 saatte hazırlanarak önümüze konan yemeğin ilk tadışta tuzsuz olduğunu anladığımız gibi. Pekiyi, tuzu unutulmuş da olsa 2-3 saatte hazırlanarak önümüze konan yemek icin, harcanan emeğin hiç mi değeri yok? Belki de bir çoğumuzun zamanı, enerjisi ve beyin gücü eleştiri, eleştiriye cevap hazırlamakla geçip gitmektedir. Haberimiz olmadan çocuklarımiz büyümüş, onlara gerektiği gibi ilgi gösterememiş olabiliriz. Bu gibi bizi hiç bir yere götürmeyecek konulara harcadığımız zamanın bir istatistiğini tutacak olursak, kendimizin de şaşıracağı sonuçlar çıkabilir. Örneğin; Benim başladığımdan bu yana içtiğim sıgaraları uç uca eklediğimde 17 km.lik bir uzunluk buldum. Toplam sıgaraya harcadığım para ise 98 bin Avustralya dolarıdır. Bu para ile neler yapılmazdı ki? Buna rağmen parasızlıktan şikayet ettiğim anlar bile olmuştur.

Eğer beynimiz başkalarını kıskanmak, eleştirmek ve kazanç sağlamayacak yönlerde haklılığımızı kabul ettirebilmek gibi konularla dolu olursa; etrafımızdaki, dolaşan hatta önümüzden geçen şansları bile görememiş olabiliriz. Falan kişi benim için ne düşünüyor, beni eleştiriyor mu? gibi konularla beynimizi doldurmak, bize hiç bir kazanç sağlamaz. Birinin bizi eleştirmesi ne boyumuzu kısaltır nede evimizin borcunu öder. Eğer, ben yaptığımın doğruluğuna inanıyorsam, kanuni kurallara uygun ve kimseye zarar vermiyorsam, isteyen istediğini söylesin. Eğer yanlış yapıyorsam, yapıcı bir eleştiri ile doğruyu öğrenmiş olurum ki. Bundan kim zarar görür.

Başarısızlık için başkalarını suçlamaya çalışmak, bizim güçsüzlüğümüze gösterir. Başkalarını suçlamak yerine araştırma yaparsak; daha yeni ve geçerli yollar bulmak, insanın gücüne güç katar.

Yaz ve okul tatili geldi. Ailemizi alarak deniz kenarına, pikniklere giderek, etrafımızdaki güzelliklerden faydalanalım. Bu gibi olaylar beynimizde yeni fikirlerin oluşmasına yardımcı olur ve mutluluğumuz artar. Unutmayalım ki elektiriğin çalışmaması için, düğmeyı kapatmamız yeterli. Fakat düşünceyi durduracak bir düğme henüz keşfedilmedi. Beynimiz hiç durmadan çalışır. İleri geriyi karıştırır. Çıkan sonuçlar bazen bizi mutlu etmeyebilir. Örenğin; En son canımızın sıkıldığı bir olay varsa, devamlı gündeme gelir ve huzursuzluğumuz artabilir. Bu gibi durmlardan kurtulmak için düşüncelerimizi değiştirebilmemiz gerekir. Bu, beynimize meşgul olacak başka bir konu vermekle yapılabilir.

“Okuma alışkanlığımızı geliştirelim. Trende, otobüste, parkta her fırsatta okumak, hem de beynimizi değişik konularla meşgul ederek mutluluğumuzun artması sağlanır.”

“Çok şanslı bir ülkede yaşıyoruz. Bu ülke hakkında ve etnik toplumlara ne gibi hakların verildiğini araştıralım ve bunlardan faydalanalım.

“İngilizce öğrenelim. Ücretsiz kurslar veriliyor. Radyo ve basın yolu ile bu kurslar hakkında bilgi öğrenebiliriz.”

“Para kazanma yollarını araştıralım. Bunu yapanlar nasıl yapıyorlar. Yararlandıkları kaynaklar nelerdir. Bunları araştıralım. Kişi olarak zengin olursak, toplumumuz da zengin olur.”

“Yapılan ve yaptığımız güzel ve iyi şeylerle hep öğünelim. Daha iyi yapabileceğimize inananlım ve güvenelim.”

“Eğer yukarıda bir kaçını sıraladığımız, kendine yardımların hiç birini yapamıyorsak, bir arkadaşa, komşuya yardım edelim. Bir iş yapabilme ve faydalı olabilme duygusu insana mutlulu verir.”

“Bir kere daha düşünelim. Mutlaka yapabileceğimiz ve kendimizi mutlu edebileceğimiz birşeyler bulabiliriz.

İnsan beyni, gördükleri ve duydukları ile etkilenir ve o yönde çalışmaya başlar.
Örneğin; Bazı akşamlar iş sonrası, kendimizi çok yorgun hissederiz, kolumuzu kıpırdatacak enerjiyi zor buluruz. Fakat aynı akşam, bir eğlence veya düğüne gittiğimizde, belki de yarım saat sonra canımız, diğerleri gibi oynamak veya dans etmek isteyebilir. Onun için etrafımızda başarılı, mutlu ve güler yüzlü ve daima olumlu konuşan kişilerin bulunması; bizim de başarılı, mutlu, güler yüzlü ve olumlu konuşan biri olmamıza yardımcı olur. Bu güzel duyguları çocuklarımıza da işleyelim. Çocukarının başarılı olduğunu görmek hangi ana babayı mutlu etmez ki?

EVET BİZLER ÖLMEDİK. Yukarıya zıplamaya hazırız. Zıplayacağız ve başaracağız. İhtiyacımız olan güç ve enerji ise, beynimiz ve yüreğimize gömdüğümüz umutlardır. Umutlarımızı açığa çıkaralım ve beynimizi kullanarak, kişi olarak ekonomik ve bilgi düzeyimizi yükseltelim.

Başaracağına inan, kendine güven, yaptıklarınla övün. Bu senin hakkındır. Çocuklarını da bu yönde bilgilendir.

Haftaya görüşmek dileğiyle. Saygılarımla.
KENDİNE SAYGI (2 Aralik 1994)

Kendine saygı duymayan, başkarından da saygı göremez. Kendimize göstereceğimiz saygı ise, düzgün giyim, güler yüz ve konuşma biçimimizle ölçülür. Düzgün giyinen biri ise başı daha bir dik ve güvenle yürür. Böyle bir görünüme sahip olan kişilerin başarı şansı da artar. Kendine saygı duyan bir kişi, duymak istemediği sözleri başkalarına söylemez.

İlk intiba dış görünüşle oluşur. Bir çok başarının altında da ilk intiba yatar. Bir yazarımızın dediği gibi “Guzel bir kıyafet iyi bir tavsiye mektubudur” Çarşıda, pazarda, ziyarette veya misafir kabul ederken traşlı, düzgün giyimli olan birinden kim şikayet edelibilir ki. Bir çok kişi tarafından dış görünüşümüzle değerlendiriliriz. Acı da olsa bu bir gerçektir. Bunu N. Hoca “Ye kürküm ye”. diyerek de dile getirmiştir. Diş görünüşüne göre değerlendirmeyi hepimiz yaparız. Örneğin; siz, sakallı, hoş olmayan giyimli, omuzları düşmüş yürüyen birine mi adres sorarsınız yoksa, düzgün, güvenli yürüyen birine mi? Elbetteki düzgün giyinene. Çünkü bu kişi sizde çok bilen duygusu oluşturmuştur. Diğer kişi de “Ne salak insanlar var dünyada, ben buranın yerlisiyim, gittiler yabancı birine adres sordular” diye yana dursun. Puanı alan düzgün giyimli olmuştur. Hafta sonu saçını taramayan anne, traş olmayan baba; ailesine, iş arkadaşlarından daha mı az saygı duyuyor. Halbuki çocuklarını ve eşini en çok hafta sonu görebiliyor. Bir kez daha tekrarlayalım. “Erkekler gözleri, kadınlar ise kulakarı ile sever”.

Güler yüzlülük de ilk intiba da puan kazandırır. Günlük yaşantımızda da büyük faydalar sağlar. Bir kısmımız, erkek çocuğa “Pişmiş kelle gibi ne sırıtıyorsun” veya kız çocuğa “Falan gibi ne gülüp duruyorsun” gibi sözlerin söylendiği ortamda yetişmiş olabilir. Güler yüzün hoş karşılanmadiğı ortamdan gelenler, gülmeyi unutmuş olabilirler. Ama çocuklarımız için kendimizi yenileyebiliriz, onlara daha güzel sözler öğretebiliriz. Öreneğin “güler yüzle tatlı dilin yapamayacağı iş yoktur” veya “Gülünce yanağında güller açıyor” gibi. Üniversitede iken sıkça gidip geldiğim bir ailede, baba anneye hep şöyle derdi. “Şartlarda ne olursa olsun, çocukların önünde yüzünden gülümsemeyi eksik etme”. Bu ailenin çocukları hep güler yüzlü ve başarılı olmuşlardır.

Tenkit ve eleştiri yerine iyiyi ve güzeli takdir ve övgü ile söze başlamak da kişinin kendine olan saygısının bir ifadesidir. Yanlışları; küçük düşürücü, onur kırıcı sözcüklerle düzeltmek yerine, anlaşılır örneklerle anlatabiliriz. Biz, karşımızdakine ne şekilde davranırsak, onlar da bize aynı şekilde cevap verir. “Ne ekersen onu biçersin” ata sözünü hatırlayalım. Tartışmaların sonunda konuşma tarzımıza göre, mutlu veya mutsuz olabiliriz. Örneğin; “Bana karşı çok büyük saygısızlık etti, bu benim hakkım değil, ben buna layık değildim” gibisinden arkadşımıza dert yanabiliriz. Veya karşımızdakilerden “çok doğru düşünmüşsün”, “haklısın” veya “iyi bir fikir, hemen uygulamaya koyalım” gibi olumlu ya da yüceltici sözler duyabiliriz. Fikirlerimizi savunurken de sesimizi yükseltmemiz bize hiç bir kazanç sağlamaz. İş yerine bilgisayar alırken amirim çok uygun bir teklifi geri çevirmişti. Nedenini sorduğumda ise “Benimle konuşrken sesini yüksetti” demişti. Ayrıca günlük konuşmalarda da yüceltici kelimeler kullanmakla da saygınlığımızı arttırabiliriz. Örneğin; kapıdan giren biri için, onu küçük düşürücü bir deyiş yerine “Iyi adam sözünün üzerine gelir” diyebiliriz. Atalarımız ne demiş? “Bana bir adım gel sana iki adım geleyim”. “Aman canım sende, biz böyle gelmiş böyle gideriz” diye boşverebilirsiniz. Unutmayın boş veren boş alır. Görünüm ve konuşmalarımıza olumlu yönde değişiklik yapmak başta zor gelebilir. Ama bir kaç defa yaptıktan sonra alışkanlık kazanırız ve hiç zor gelmez. Çocuklarımız ve yakınlarımız da bizleri örnek alabilir. Sonuç olarak, düzgün giyimli, güler yüzlü ve konuşurken karşısındakini incitmeyen bir alışkanlığa sahip olan kişi, daha çok dost ve arkadaş kazanır. Daha çok konuşabilecek kişi bulur. Yalnızlıktan kurtulur, mutlu olur. Bu bölümü de bir Göktürk ata sözü ile Kapatalım. “İnsan dışı ile karşılanır içi ile uğurlanır.”

Haftaya görüşmek üzere, Saygılarımla.


KAYNAKLAR:

DÜŞÜNCE ATLASI - Nüvit Osmay

EVERDAY WISDOM - Dr Wayne W Dyer

UNIVERSITY OF SUCCESS - Og Mandino’s;

HOW TO WIN FRIENDS & INFLUENCE PEOPLE - Dale Carnegie
ÇOCUKLARIMIZA VEREBİLDİKLERİMİZ ( 25 Kasim 1995)

Çocuklarımıza verebildiklerimizi, maddi ve yetenek olmak üzere iki grupta toplaybiliriz. Bugün üzerinde duracağımız konu, yeteneklerdir. Yetenğin temelini ise, ailede verilen sevgi ve kendine güven duygusu oluşturur. Buna ilave olarak girişimcilik, uyum, araştırma, analiz ve problem çözüm tekniği gibi alışkanlıklarıda çocuklarımıza verebilirsek, onlara en büyük mirası bırakmış oluruz.

Psikoloji uzmanlarına göre, sevgi ve kendine güven duygusu ile yetişen çocukların başarılı olma şansı artarken, sevilmediği ve kendine değer verilmediği gibi bir takım olumsuz duygularla yetişenlerin ise mutlu ve başarılı olma oranı düşüktür. Ayrıca bu olumsuz duygular, anne ve babaya güvenin azalması ile birleşirse çocuklarımız, genç yaşta bir bunalım ve bocalama dönemine girebilirler. Çareyi de evden uzaklaşmada görebilirler. Bu da aile birlik ve bütünlüğünün dağılmasına neden olabilir.

Küçük yaştaki çocukarın en büyek korkusu anne ve babayı kaybetme duygusudur. Anne, baba onların her şeyidir. Arkanızdan ağlamalrını düşünün. Belirli bir yaştan sonra anne be babayı bir model olarak alırlar, onları taktit ederek beyinlerini veya bilgi dağarcıklarını doldururlar. Erkek çocuklar babayı, baba yoksa kendi cinsinden birini; amca, dayı veya öğretmenini model alırlar. Kız çocuklar ise anneyi, anne yoksa çok gördüğü bir bayanı taklit ederek büyürler. Bu modellemeye, erkek çocuların tornavida kullanmasını veya kız cocukların bezle masa silmesini örnek olarak verebiliriz. Bizler de, beğenmediğimiz taraflarımız varsa, onları yenileyerek, çocuklarımız için iyi bir model olabiliriz. Onun icin de atalarımız bizler, “Çocuğa kötü örnek olma”, veya “ağaca çıkan keçinin ağaca çıkan oğlağı olur” gibi öğütlerde bulunmuşlar. Model iyi olursa resim de güzel olur.

Tabii ki her anne baba çocuğunu çok sever. Onlar bizim canimizdır, varlığımızdır, geleceğimizdir ve herşeyimizdir. Bir çoğumuz “Ben kimin için çalışıyorum ki”, “Çocuklarıma daha iyi bir gelecek sağlamak için yurdumu terkedip Avustralya’ya kadar geldim” diyerek çocuklarımıza verdiğimiz önemi vurgularız. Fakat çocuklarımıza, bazen kendilerini ne kadar çok sevdiğimizi gerektiği gibi iletememiş olabiliriz. Ya da bir çocuğumuz kardeşlerinin kendinden daha çok sevildiği duygusuna kapılabilir. 10 kardeşi olan bir kız çocuğu annesine,”Siz kardeşlerimi benden daha çok seviyorsunuz” sorusuna annenin cevabı şöyle olmuştur. 10 parmağını koy, hangisi acımıyorsa onu keseyim” diye cevap vermişti. Anne baba sevgisi bir çocuk için de aynıdır 10 çocuk için de. Bazen anne baba ve sevgiyi tam iletemediği için çocuklarımız bunu farklı algılayabilirler. Çocuğunu ancak uyurken öpen bir babaya sorulduğunda “şımarmasınlar diye onları ancak uyurken öperim” diye cevap vermişti. Sizce baba sevgisini çocuklarına tam iletebilmişmidir?

Çocuklarımıza, onları sevdiğimizi açıkça ifade edelim. Şımarmazlar, aksine yanlarında olduğumuzu hissederler ve bize olan güven duyguları pekişir. Onlarla gurur duyduğumuzu, onlara inandığımızı, güvendiğimizi söyleyelim ve bunu hissettirelim. Bu duygular çocuklarımızın kendilerine güven duymalarını sağlar. Yaptıklarının önce iyi tarafını görerek onları takdir ve teşvik edelim. Bu duygular çocuklarımızın girişmcilik yeteneğini geliştirir. Ev ödevlerini yaparken veya oyun oynarken çözüm yollarını önce onlara sorarak, analiz ve problem çözme yeteneklerinin gelişmesine yarım edelim. Onlarla konuşurken karşımızda büyük biri varmış gibi davranalım ve bu davranışı hissetsinler. Düşüncelerini sorularını ciddi olarak dinleyelim. Yapmak istemediğimiz, istekleri için kestirip atmak yerine neden yapamadığımızı onlara izah edelim.
Çocuklarımız anlamaz görünürlerse de anlarlar. Bu gibi detaylı açıklamalar çocuklarımıza problem çözme alışkanlığını kazandırır. Bu alışkanlıklar da bilinçaltına yerleşerek, onların hayatlarında başarılı olmalarına yardımcı olur.

Bir çoğumuz, “Ben sadece bir anneyim ev, otomobil vb borçlarımızı ödeyebilmek için devalı çalışıyorum, ne yapabilrim ki”? diyebilir. Anne deyip geçmeyelim. Anne iyi bir sırdaş, iyi bir arkadaş, iyi bir dost, iyi bir oyun arkadaşı, iyi bir eğitmen, iyi bir öğretmen vb, anne herşeydir. 24 saat içinde, çocuğunuza en az 1 saat zaman ayırabiliyor musunuz? Bir saat nedir ki, bir arkadaşla lak lak ederken geçip gider, ama bu zaman çocuğunuzun gelişmesinde çok önemli olabilir. Bir saatlik zaman derken, yemek yerken veya televizyon seyrederken veya gazete okurken çocuğunuzla ilgilendiğiniz zamanı demek istemdedim. Bütün benliğinizle onunla ilgilenmeyi kastettim. Tıpkı, çok değerli bir arkadaşla ilgilendiğiniz gibi ayırdığınız zamanı kastediyorum.

Avustralya’da yetişen çocuklarımızın Türkiye’de yetişenlerden daha fazla ilgiye ihtiyaçları vardır. Çünkü, Türkiye’de okul ve çevreden alınan eğitim aileden alınan eğitim uzantısıdır. Halbuki Avustralya da ailede verilen eğitim, okul ve çevreden alınan eğitim, okul ve çevreden alınan eğitimden din, dil ve kültür bakımından farklıdır. Bu eğitim, olumsuz etkiler oluşturabilir. Ancak anne ve babanın desteği ile, çocuklarımız olumsuz etki ve duygulardan kurtulabilir ve başarılı olur. Onlara şanslı, daha akıllı daha cesur olduklarını benimseltebiliriz. Örneğin; iki dil konuşabiliyorlar, istedikleri anda başka bir ülkeye (Türkiye’ye) tatile gidebiliyorlar, gibisinden cesaret verici konuşmalar yaparak morallerini yüksek tutabiliriz ve her zaman yanlarında olduğumuzu hissettirebiliriz. Böyle bir destek, aile birliğini bir arada tutabildiği gibi çocuklarınızın başarısını da arttırabilir. Bu zorlukları basşarabilen ailelerimiz de var onları örnek alabilirsiniz.

Sevilmediği, değer verilmediği, aile ve çevre eğitim farklılığını yenememe veya anne ve babaya olan güvenin kaybolması gibi olumsuz duyguların tesiri altında bazı gençlerimiz aileden uzaklaşmış olabilir. Bir yerde karşılaştığım bir baba, “Türkiye’de param, arabam evim yoktu ama, mutlu ber yuvam vardı, şimdi param, arabam, evim var ama, çocukarım ailemden uzaklaştı” demişti. Aileden uzaklaşan bu gençlere, yaklaşım biçimimizi değiştirerek onların tekrar aramıza katılmasını sağlayabiliriz. Örneğin; çok seviğiniz bir arkadaşa verdiğiniz yemek daveti gibi çocukarınıza da bir davet verebilirsiniz. Gerekirse, geçim derdinden dolayı onu ne kadar çok sevdiğinizi anlatamadığınızı da belirtebilirsinizğ Eğer sigara içiyorsa sigarsını yakabilir, eğer içki içiyorsa bardağını doldurabilirsiniz. Bunları anne baba olarak bizler yapamıyorsak, yapacak birileri mutlaka bulunur ve çocuklarımız da onların yanında olur. Bunu yapabilmek bir çok anne baba için çok zor olabilir Bir tarafta çocuğunuzun sağlığı, ne durumda olduğunu başkasından öğrenmek var. Diğer tarafta ise çocuğunuzun her an yanınızda olduğunu görmek ve hissetmek var. Tercih size kalıyor.

Sonuç olarak diline ve kültürüne bağlı, sevgiyle yoğrulmuş, kendine güvenen, girişimcilik yeteneğine sahip gençler yetiştirebiliriz. Bu gençlerimiz, başarılı olup lobiler oluşturabilir. Bizlerin başaramadığı işleri başarıp toplumumuzu layık olduğu yere getirebilir. Bu bölümü de bir ata sözü ile kapatalım, “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur”.

Haftaya görüşmek üzere.

Saygılarımla.


KAYNAKLAR:

PERSONEL POWER - Anthony Robbins
POÜER TALK - Anthony Robbins
SYDNEY

Syndey, Avustralya’nın en büyük yerleşim yerlerinden biridir. Yaklaşık olarak 100 km çapında bir alana yayılmaktadır. 18 milyonluk Avustralya nüfusunun(1994) yaklaşık 4 - 5 milyonu Sydney ve çevresinde yaşamaktadır. Sydney’de dünyanın her yerinden kültüre, giysilere ve yemek çeşitlerine rastlamak mümkündür.

Türkiye’den, Avustralya’ya ilk göç kafilesi 14 Ekim 1968 gerçekleşmiştir. Kıbrıs Türklerinin Avustralya’ya ilk gelişleri ise 1950 lere dayanmaktadır. Bazı kaynaklara göre Avustralya’daki Türk nüfusu 30 bin civarında, bazılarına göre ise 80 bin civarındadır. 1990 yılında Çanakkele savaşının kutlamaları (Avustralya’lılar 25 Nisan da ANZAC gönü olarak kutlar) için Türkiye’ye giden Avustralya genel valisi Çanakkale’de yaptığı konuşmada “Avustralya daki 100 bin Türk’den sizlere selam getirdim” demişti. Avustralya da yaşayan Türk’lerin çoğunluğu Syndey ve Melbourne çevresinde yerleşmiştir.

Avustralya da yaşayan Türkler, kendi iş yerlerini açma ve üniversitelere daha çok öğrenci yerleştirerek, Avustralya da iyi bir Türk lobisinin oluşturarak Türk’lerin ve Türkiye’nin daha iyi tanıtılması için büyük bir atıım içerisindedir.
ÇOCUKLARIMIZI DÖVMEYELİM

Bir istatistik yapılsa çocukların yediği dayağın yüzde kaçı gerçek yaptıkları yaramazlığın karşılığıdır, yüzde kaçı anne ve babaların günlük sıkıntılarının acılarının çıkarılması karşılığıdır. Çocukarın neden yaramaz oldukları ayrı bir konudur. Hepimiz biliyoruz ki çocukalar doğarken “Bu yaramaz olacak, bu yaramaz olmayacak gibi sınıflandırmalarla doğmazlar. Öyle zamanlar olmuştur ki, anne ve babanın içinde bulunduğu durumun göre, çocuklar yaptıkları aynı şeyler için bir gün dayak yerken, başka birgün de görülmezlikten gelinmiştir. Böyle durumlar çocukları şaşkınlığa itmektedir. Kendi kendilerine şu soruyu sorabilirler. “Aynı şey için, bir gün azarlandım ve dövüldüm, başka bir gün ise hiç bir şey demediler?. Annemi, babamı ben çok seviyorum ama neden böyle yapıyorlar acaba?” Çocuktaki bu sorular belirli bir zaman sonra başka düşüncelerle yer değiştirmektedir. Örneğin; “Annem veya babam sinirli oldukları zaman sebepsiz yere de olsa beni dövebilirler. Benim gücüm yetmediği için sıkıntılarının acısını en kolay benden çıkarıyorlar. Bende bir insanım, benim yaptıklarım da hatalı olabilir, neden benim düşündüklerimi ve yaptıklarımı birlikte tartışamıyoruz da kaba kuvvet kullanıyorlar”. Bu düşüncelerle yetişen çocuklarımız, kendi özgürlüklerin kazandıklarına inandıkları zaman anne ve babalarından soğuyabilirler. Hatta evden uzaklaşmayı en kolay şey olarak bile görebilirler. Dayak gücü yetenin, gücü yetmeyen üzerinde uyguladığı bir terördür. Şu anda kapıdan biri elinde silahla içeri girse: “Elleriniz başınızın üstünde yatın yere hepiniz” dese bizler nasıl bir duygu içinde oluruz. Çocuklarımız bizden daha güçlü olsalardı, onları dövme yoluna mı giderdik yoksa bir uzlaşma yolu bulmaya mı çalışırdık? Vurulan darbelerin etkisini azaltmak için elleri ve kolları ile yüzüne ve başını saklamaya çalışan “Lütfen vurmayın” dercesini yalvarır gibi yaşlı gözlerle yüzünüze bakan güçsüz birinin ne halde olduğunu düşünebiliyor musunuz?
Kesinkes çocuğunuzu dövmeye karar verdiyseniz, bu işi bir 10 dakika erteleyebilir misiniz? Bu 10 dakika süresince televizyon seyredebilir, radyo dinleyebilir, bir kitap okuyabilir, başka birileri ile konuşabilir yada çocuğunuzun ilk defa size güldüğü, ilk defa size anne baba dediği veya akşam eve döndüğünüzde koşarak sizi kuçakladığı anı düşünebilirsiniz.
UZUNCABURÇ

Uzuncaburç, Mersin’in Silifke ilçesine bağlı, denizden 1200 m yükseklikte ve denize 50 km uzaklıkta, Toros Dağları’nın içinde şirin bir köydür. Uzuncaburç, M.Ö. 200 yıllarında “Diocaesarea” adı ile kurulan eski Roma şehri kalıntıları üzerine yerleşmiş, turistik bir dağ köyüdür. Yanda gördüğünüz resimlere ilaveten, kayalara oyulmuş mezarlar, savunma kalesi ve gözetleme kalesi gibi daha birçok tarih zenginliğini içinde barındırmaktadır.

İnsanları sevebilmeyi, sayabilmeyi, hoşgörüyü, fikirlere saygılı olabilmeyi Uzuncaburç da öğrendim. Önce güzeli ve iyiyi görmenin yararlılığını, hiç bir zaman kendine güvenin yitirilmemesi gerektiğini, başarıyı hayal edebilmeyi ve bu hayallere ulaşabilmek için yılmadan çalışmam gerekliliğinin temelleri hep ilkokulu bitirdiğim bu köyde atıldı. Örnegin; ilkokul dörtüncü sınıfta iken, ilçedeki orta okuldan gelip, tahtaya Almanca bir iki kelime yazan bir öğrenci herkesin gözünde çok büyük olarak tanımlanıyordu. O zaman kendime, “Ben, bu orta okula gideceğim” diye söz vermiştim. Sonunda yapmıştım. Daha sonraki yıllarda lise, üniversite ve diğer gerçekleşmesini istediğim her konu için kendime benzer sözler vererek başarmıştım. Bütün bunlar bana, başarı için en büyük güç kaynağının, kişinin kendisi olduğunu öğretmişti.

İlk öğretmenin, önce anne ve babam daha sonra ilkokul öğretmenlerim daha sonra da Uzuncaburç’un insanlarıdır. Onlara çok şey borçluyum. Çünkü bugünkü sahip olduğum güzel şeylerin alfabesini onlar öğrettiler.

Uzuncaburç, belediye hizmetlerinin sağlandığı, tarih zenginliği, doğa güzelliği ve güler yüzlü cana yakın, misafirperver insanları ile görülmeye değer bir beldemizdir.

Uzuncaburc hakkinda daha fazla bildiler asagidaki linklerde elde edilebilir.
http://www.uzuncaburc.bel.tr/
Uzuncaburc Resimleri
Uzuncaburc Photo Album
Uzuncaburc tanitim
BAŞARI VE MODELLEME (29 Eylul 1995)

Ralph Waldo Emerson başarıyı şöyle tanimliyor: BAŞARI: Çok ve sık gülmek, çocukların ve akıllı insanların sevgi ve saygısını kazanmak, içtenlikli eleştirilerin kıymetini anlamak ve kötü arkadaşların yoldan çıkarıcı girişimlerine dayanabilek, güzeli görmek, anlamak, başkalrında en iyiyi bulmak, sağlıklı bir çocuk, güzel bir bahçe ya da saygın bir sosyal dünya bırakabilmek, hatta bir kişi bile olsa birilerinin siz yaşadığınız için biraz daha rahat nefes aldığına inanmaktır.

Başarıya ulaşmanın bir diğer yolu da, amaçlarımız doğrultusunda başarıya ulaşmış kisileri odellemektir. Modelleme yapmak küçüklük değildir. Hemen hemen herkes modelleme yapar. Çocuklar konuşmayı ve yürümeyi nasıl öğrenirler? Çevrelerindekileri modelleyerek.

Amacımızın ne olduğunu ve kesin kararlılığımızı saptakdıktan sonra, gitmek istediğimiz yolda başarıya ulaşmış birini ta olarak modelleyebilirsek, bizler de o kişinin ulaştığı başarıya ulaşabiliriz. Bazı şeyleri modellemek zor olabilir. Eğer okuyabilir, düşünebilir ve de isteyebilirsek; yerzündeki en başarılı kiıileri modelleyebiliriz. Modellemede başarı, modellediğimiz her şeyi okuyarak onun inançlarını, prensiplerini günlük yaşam disiplinini diğer kişilerle iletişim tekniklerini tam olarak öğrenip, kendimize kopya edebilirsek, bizim beynimiz de o kişinin beyninin düşündüğü gibi düşünmeye başlar. Çünkü, beyine hangi yönde bilgi verirsek o yönde sonuçlar üretir. Aynı şeyleri düşünmeye başladıktan sonra, o kişinin ürettiği sonuçları sizler de üretebilirsiniz.

Eğer amacınız zengin olmak ise, Adnan Kaşıkçı nasıl zengi oldu biliyor musunuz? O, Rockefeller’ler, Morgan’lar gibi finansal açıdan başarıya ulaşmış kişiler hakkında bulabildiği her şeyi okudu, onların hayat prensiplerini, stratejilerini modelleyerek, yani kendi beynine kopya ederek zengin oldu. Japonlar da bu dünyanın en iyi modelleyicileridir. Son 30 yıldır Japon ekonomisini üst düzeye getiren, icat ve buluşlardan olmayıp var olan fikir ve ürünleri modellemeleridir. Otomonilden yarı iletkkenlere kadar bir çok şeyi alıp iyi taraflarını tutup, eksik taraflarını geliştirerek “Made in Japon” adını vererek dünya pazarlarına sürmüşlerdir. Evet, istersek bu ve buna benzer modellee ve kpyalamma işlerini bizler de yapabiliriz.

Burada yaşayan bizler için amacımız o kadar çok şey vardır ki. Yeter ki isteyelim. İyi bir anne baba mı olmmak istiyoruz? İyi bir evlat mı yetiştirmek istiyorsunuz? Akademik ve bilimsel alanda başarı mı kazanmak istiyorsunuz? Evet amacımız doğrultusunda başarıya ulaşmış kişileri bulup onları modelleyebiliriz. Yeterki o kişiyi çok iyi tanıyarak prensiplerini kendimmize kopya edelim. Diyelimki döner kebap veya take avay işinde başarılı olan biri gibi, para kazanmak istiyoruz. Bu kişi, kaçta yatıyor, kaçta kalkıyor, malzemeldrini ne zaman nereden alıyor, çalışanları ve müşterilerini nasıl davranıyor, hangi şartlarda hangi kararları alıyor gibi bilgileri iyice öğrenip beynimizin onun beyni gibi düşnmeye başladığını gördükten sonra bir iş yeri açıp, kendi yeteneklerimizi de ekleyerek mutlaka başarırız.
TEKRAR’IN KAZANDIRDIKLARI (13 Ekim 1995)

İyi veya kötü alışkanlıkarımız, hep olumlu veya olumsuz tekrarlarımızın sonucudur. Olumlular bizleri sıkıntılarımızdan kurtarıp daha sağlıklı ve mutlu günlere doğru yollarkın, olumsuzler ise, yeni dertlere sahip olmamıza neden olabilir. Öyle zamanlar olmuştur ki, düşüncelerimizin yarattığı bir canavar ile savaşırız. Bu canavar büyüdükçe büyür ve altında ezeldiğimizi hissederiz. Düşüncelerimizle önümüze ve arkamıza birer demirden kapı koyup, hiç bir çıkış yolu olmadığını düşünerek “yo yo” gibi düşüncelerimizin koyduğu iki çıkmaz arasında gider geliriz. Bu olumsuz tekrarlardan, içimizdeki gücü kullanarak kurtulabilirz. Yeterki kullanmak isteyelim. İsterseniz aşağıdaki 5 adımı uygulayabiliriz.

1. Şu andaki durumumuzdan daha kötü durum nedir.
2. İçinde bulunduğum durum en kötüden ne kadar daha iyidir.
3. İyileştirmek için neler yapabilirim.
4. Yapabileceklerimiz var ise, hemen başlayabiliriz.
5. Durumumuzu iyileştirmek için hiç bir çözüm yok ise, bu kötü durm ile yaşamasını öğrenmemiz gerekir. Benden daha kötü durumda yaşayanlar da vardır.

Daha önceki buna benzer sıkıntılarımızı nasıl yendiğimizi düşünerek kendimize moral verebiliriz. “O dertleri yenen ben, bunalrı da yenerim, ben güçlüyüm, ben yapacağıma inanıyorum. Okyanusu geçen gölde boğulmaz” gibi olumlu düşünceleri tekrarlayarak gücümüzü toplayabilir ve demir kapıları kırabiliriz.

Bazen eşlerimiz ve çocuklarımızın kötü alışkanlıkarı için yaptığımız tekrarlar ve benzetmeler de iyi yerine kötü sonuçlar verebilir. Örneğin, çocuğumuza, “Sen tembelin birisin, yaramazsın” veya kötü olan “falancaya benziyorsun” gibi olumsuz tekrarlar, çocuğunuzun bilinçaltına yerleşir. Ben nasıl olsa tembelin biriyim, yaramazım, falancaya benzıyorum, beni böyle de kabul ediyorlar diye düşünerek, bizim tekrarladığımız kötü benzetmeler ile bütünleşebilir. Bunun yerine olumlu ve güzel davranışları tekrarlar, kötüleri içinde neden ve sonuç göstererek örneklerle anlatabilirsek, daha iyi sonuç elde edebiliriz. “Bir kişiye 40 yıl deli dersen deli olur” atasözünü hatırlayalım. Eşlerimize söyleyeceğimiz “Çok dağınıksın, sen içkicinin, kumarçinin birisin, sen çok sinirlisin” gibi olumsuz tekrarları da yapıcı olanlar ile değiştirebiliriz.

Olum düşünce ve tekrarlar, vücut organlarımızın ve sinir sistemimizin çalışmasını aktif yönde etkileyerek canlılık yaratırken, olumsuzlar ise tembellik yaratır. İzninizle olumsuz tekrarlar ile kazandığım bir hastalıktan, olumlu tekrarlar ile nasıl kurtulduğumu aktarayım. 6 yıl önce eşim ve çocuğum Türkiye’ye 3 ay için tatile gidince, yalnızlık, parasızlık, birçok kişi tarından sevilmediğim ve önümde çözülecek çok problemlerin olduğu düşüncelerini tekrar ede ede, tansiyonum yükselerek sağ yüzüm yarı felç olmuştu. Ağzım eğrilmiş, sağ gözüm kapanmıyor, konuştuğum anlaşılmıyordu. Hastanede ziyarete gelenlerin çoğu “Bu adam nasıl olsa ölecek, bari ailesini görebilse” diye düşündüklerini daha sonra anlatmışlardı. Her akşam yarım saat “Kendimin, eşim ve çocuğumun sağlığı yerinde, işim, evim, arabam, beni seven arkadaşlarım var, aç susuz değilim, görüyorum, yürüyorum, konuşabiliyorum, duyabiliyorum...” gibi olumlu düşünceleri devamlı tekrarladım. İşte bu olumlu tekrarlar, bir çok kişinin ölecek dediği birini normal adam haline getirdi. Beni tanıyanlar hastanedeki ve bugünkü halimi bilirler.
KENDİMİZİ TEMSİL (6 Ekim 1995)

Toplum olarak ileriye gidebilmemiz, iyi temsil edilebilmemiz ile doğrudan ilgilidir. Toplumun iyi temsili ise, bireylerin kendini iyi temsil edebilmesinden geçer. Bireylerin kendini iyi temsil edebileleri de kişinin iç temsilindeki değerlere bağlıdır. Eğer iç temsilimiz, yaratıcı, olumlu, hoşgörülü, eskiklerini giderme eğiliminde ise, ağzimizdan çıkan her söz ve yapacağımız her davranış kendimizi iyi bir şekilde temsil etmemize yardımcı olur. Çocuklarımız da bizim kendimizi temsil ediş biçimimize bakarak “kendini temsil” böyle oluyormuş diye öğrenirler ve kendilerini de öğrendikleri gibi temsil ederler.

İlk karşılaşmada kişiler, birbirlerini dış görünüşleri ile değerlendirirler. Her ne kadar atalarımız “dış görürünüşe aldanma” deseler de, kişiler arasındaki sıcak ve olumlu iletişimlerin başlayabilmesi, hep ilk karşılaşmada edinilen izlenimlere bağlıdır. Peki, ilk karşılaşmada olumlu izlenime etki eden dış görünüşlerimiz nelerdir. Bu, temiz ve düzgün bir giyim, güler biz yüz, karşınızdakini yüceltici ve ruhunu okşayıcı bir söz olabilir. İstersek hiç para harcamadan bunu başarabiliriz. Yeter ki yapabileceğimize inanalım isteyelim.

Toplumumuzu ve kendimizi gerçek şekilde temsil edebilmemiz ise, yaptıklarımız ve ortay çıkardığımız değerler ile oluşur. Bu ülkede yaşayan bizler için, kendimizi ve toplumumuzu en iyi şekilde temsil edebilmek, üst düzeylerde görev alabilecek gençler yetiştirebilmek için, elimizde çok büyük imkanlar var. Ama, bazen beynimiz o kadar doludur ki, bu var olan olanakları görmek zor olabilir. Küçük yaşta yeteri kadar doyuma ulaşamayan duygularımızı tatmin etmek için uğraşırken bir de bakmışız ki yıllar geçip gitmiş . Ama, hiç bir zaman, geç değildir. Kendimizi yenilemek, eksiklerimizi giderebilmek, gerek ekonomik, gerek sosyal olarak üst düzeylere ulaşabilmek için toplumumuz büyük bir atak içindedir. Bunun bir örneği, toplumuz bir araya gelerek Auburn Belediyesi’ne bir temsilcimizi seçebilmiştir.

Bir Türk olarak yapacağımız her davranışın, toplumumuz ve ülkemizin tanıtılmasını ne şekilde etkileyeceğini düşünebiliriz. Bereysel kazanç sağlayabilen, fakat toplumun ve ülkemizin kötü tanıtılmasına neden olabilecek davranışlardan istersek kaçınabiliriz. Yaratacağımız modern bir Türk toplumu ve Türkiye imajı ile ilerde çocuklarımız rahat eder. Avustralya’lılara Türk’ü ve Türkiye’yi bizler tanıtacağız. Bunu, ortaya koyduğumuz başarılar ve değerler ile sağlayabiliriz. Her ülkenin olduğu gibi bizim ülkemizin de sorunları vardır. Ama bu sorunlar, herşeyi devlete bırakıp, herşıyi ondan beklemek ile çözülmez. Yaş, eğitim ve görevimiz ne olursa olsun, bir ülkenin ileriye gitmesinde veya yerinde saymasında her fferdin sorumluluğu vardır. Burada yaşayan bizler, en azından ülkemizin iyi temsil edilmesine katkıda bulunabiliriz. Eğer bir Japon, Japonya’nın hep güzelliklerini anlatıyorsa neden ben de Türkiye’nin güzelliklerini anlatmayayım? Eğer ben ülkemin kötü yönlerini anlatarak taraftar toplayacağımı düşünürsem, bu, karşımızdakilerin bizlere güvenlerinin azalmasına neden olur. Diğer bir zararı ise “bu adam ülkesini sevmiyor, yalnızdır” gibi duygular ile küçük görülmemize ve diğerleri tarafından daha çok kullanılmamıza neden olabilir. Kim dünyada sözü geçen bir ülkenin vatandaşı olmak istemez? Dünyada sözü geçen ve ağırlığı olan bir ülke ve toplum yaratmak, devletin olduğu kadar herbirimizin de görevidir. Tıpkı, tependen aşağı yuvarlanarak büyüyen bir kar topunda her kar taneciğinin payı olduğu gibi, toplumun ileriye gitmesinde de yalnış senin ve benim değil herbirimizin payı vardır.

İzininizle, toplum ve ülke temsil edilmesi ile ilgili olarak iki izlenimimi aktarayım. Çalıştığım yerde Türkleri ve Türkiye’yi pek sevmediğini sandığım Bob ile devamlı olarak atışırdık. Örneğin; İstanbul için Konstantinapolis dediğinde, ben de “Sen 21. yüzyılda yaşıyorsun fakat düşüncelerin hala 16. yüzyılda”derdim. Bir üst amirim ve iki ayrı kişinin Türkiye tatili sonrası izlenimlerini anlatıp çektiği resimleri gösterince; hemen herkes, bugünkü modern Türkiye’den olumlu yönde çok farklı olduğunu söylemesi ve Avrupa yerine tatilini Türkiye’de geçirmesi gibi konularda konuşmaya başlayınca devamlı tartıştığımız Bob, bir arkadaşının Türkiye tatil izlenimini anlattı. Bob’un arkadaşı, yıllar önce, Antalya civarında tatildeyken valizini otobüste unutmuş. Ne otobüs firmasını biliyormuş, ne de nereden nereye gittiğini. Pansiyon sahibi ile çözü ararken, yarı saat sonra otobüs, içindeki yolcular ile birlikte geriye dönüp turistin valizini getirmiş ve tekrar geri dönüp yoluna devam etmiş. Bob, bu beklenmedik olumlu olayı bildiği halde anlatma ihtiyacı duymamıştı. Ama, son zamanlarda herkes Türkiye’nin haline bir şeyler söyleyince, yalnış kalmamak için o da Türkiye ile ilgili güzel şeyleri anlatma ihtiyacını duymuştu. İstersek bizler de buna benzer olumsuz reklamları olumlularına dönüştürebiliriz. Diğer bir izlenimim ise şöyle: Kısa süre için park ettiğim yerden tam çıkacağım sırada arkama başka birisi park etmeye çalışıyordu. Önümde fazla yer olmadığı için, raha çıkabilmek için arkadaki sürücüye biraz geri giderse rahat çıkacağımı söylediğimde “Hang hung” diyerek öne giderek çıkabileceğimi, el kok hareketleri ile kızgın bir şekilde ifade etmişti. Ben de 5, 6 manevra ile çıkıp söylene söylene çekip gitmiştimm. Arkamdaki adam, belki çok sinirli idi, belki de fazla benzin yakmak istememişti. Nedeni her ne ise, taptiği bu davranış ile toplumunu kötü bir şekilde temsil etmişti. Ben bu olaya çok sinirlendiğim için her önüme gelene de anlatıyordum. Eğer biri o ülkeyi ve toplumu gerçekten tanımıyor ise, benim anlatacaklarım ile o toplum hakkında olumsuz izlenimlere neden olmamak için yapacağımız davranışlarımızda, kendimiz bireysel kazanç sağlarken toplum veya ülkemiz neler kaybedecek diye düşünebiliriz.
VERDİKLERİMİZ VE ALDIKLARIMIZ ( 15 Eylul ve 22 Eylul 1995)

Bizim sahip olduğumuz hayat, hep ağzımızdan çıkan sözlerin ve davranışların bir sonucudur. Etkitepki prensibine göre, bizler dışarıya ne verirsek bize aynen geri gelir. Dışarıya sevgi, saygı, kibar ve uygar bir davranış verirsek, bizlere de diğerlerinden hep sevgi, saygı, kibar ve uygar davranış gelir. Eğer başkalarını eleştirirsek, bizler de eleştiri alırız. Bizlerin dışarıya yansıttığı olumlu veya olumsuz her davranış, hep iç dünyamızın bir yansımasıdır. Eğer bir kişi, ilk önce dışardaki aksaklıkları budayıp eksiklikleri giderebilirse, o kişiden, diğerlerine karşı hep olumlu davranışlar çıkacaktır. Bunlar, tıpkı bir zincirleme reaksiyon gibi veya al gülüm, ver gülüm gibi, bir olumlu davranışlar kümesi oluşturacaktır. Böyle bir ortamda, kişiler birbirlerini daha yakın hissederler ve birlik ve bereberlik içinde olurlar, bi kişiler daha mutlu ve başarılı olurlar. Çocuklar mutlu bir ortamda yetişecekleri için, ilerdeki hayatlarında girişimçi, kendine güven duyan, kendini seven, insanları seven bir kişiliğe sahip olurlar. Bu da çocuklarımızın daha başarılı olmalrını sağlar.

Avustralya’daki yaşantımıza şöyle bir bakalım. Electrik kesilmesi yok, 24 saat evimizde sıcak ve soğuk suyumuz var, her yer tertemiz, trafik düzenli, herkes her türlü yiyecek ve giyeceğini alabiliyor. Dünyanın değişik yerlerinde olduğu gibi, savaş içinde de değiliz. Eğer ben, her sabah dışarı çıkmadan önce traş olmaya veya yıkanıp tertemiz giyinmeye üşeniyorsam ve gün boyu karşımdakilerden de beklediğim sıcak ilgiyi göremiyorsam, hatalı olan karşı taraf mı? Eee, sabahları üzerime öyle bir miskinlik çöküyor ki, insanın canı hiçbirşey istemiyor gibi düşünebilirsiniz. Eğer öyle düşünüyorsak, biz zaten kendimizi miskin bir günde yaşayacağız diye şartlandırmış olmuyor muyuz? Böyle bir şartlanma ile başlayacağımız günden zaten hayır gelmez. Bunun tersi olarak “NE GÜZEL BİR GÜN, BUGÜN MUTLU VE BAŞARILI OLMAK BENİM ELİMDE VE BUNU DA SAĞLAYABİLİRİM” gibisinden güzel umut dolu düşünceler ile güne başlarsak, karşılaştığınız insanların daha önceden düşündüğünüz kadar kötü olmakdıklarını göreceksiniz. Gününüz bir daha mutlu ve hoş geçecektir. Kendi mutluluğumuzu ve başarımızı gördükçe “BUNLARI HEP BEN YATIM” diye düşünebileceğimiz için, kendimize güvenimiz bir daha artacaktır. Sevgi, daha çok sevgi; mutluluk, daha çok mutluluk; başarı, daha çok başarı getirecektir. Belkide atalarımız “PARA PARAYI ÇEKER” demekle bunu kasdetmiş olabilirler. Buradan şunu söyleyebiliriz; mutlu veya mutsuz, fakir veya zengin, başarılı veya başarısız olmamızı başkaları değil, düşünce ve davranışlarımızla kendimiz yaratırız.

Bunları hepimizin karşılaşabileceği örneklerle açıklamaya çalışalım. Eve gelen bir misafirin çocuğunu, “Aaa sen ne kadar büyümüşsun, bu elbise sana çok yakışmış” diye çocuğun gönlünü alıp arada sıcak ilişkiler oluşturmak isteyebiliriz. Bu çok güzel bir alışkanlık ve davranıştır. Peki kendi çocuğumuz, yeni bir şey giydiğinde aynı güzel sözlerle mi, yoksa “Düğmeni eğri vurmuşsun, gömleğçini pantolonunun içine iyice koyamamışsın” gibi tenkit edecek sözler, kendi çocuğumuzun da hakkı değil mi? O halde neden, önce güzelliklerle konuşmuyoruz. Eksiklikleri, nasıl olsa kendi farkına vardığı zaman düzeltecektir. İsterseniz kendimizi test edebiliriz. Bir günde veya bir haftada kendi çocuğumuzu kaç defa tenkit ettik, kaç defa takdir ettik. Çocuk, her şeyi bizim yaptığımız kadar eksiksiz yapamaz. Eğer, kendi yapabileceğimiz doğruların düzeyinde beklentiler ile çocuklarımızı tenkit ediyorsak bu yanlıştır. Eğer, bir hafta boyunca çocuğumuza verdiğimiz tenkitler takdirlerden fazla ise, isterseniz oturup bir düşünelim. Her çocuk, anne ve babasının çok sever, onların sevgi ve güvenini hep kazanmak ister. Eğer çocuklarımız, bizlerden uzaklaşıyorsa, bu onların kötü oldularını göstermez, bu, bizim davranışlarımızın bir sonucu olabilir. Çocuklarımızdan güzel sözleri ve takdirleri esirgemeyelim. Çünkü çocuklar, kendine güveni, bizlerden aldıkları sevgi ve takdirler ile kazanırlar.

Peki, eşlerimize ve aynı dil ve kültüre sahip olan diğer toplum fertlerine verdiklerimiz ve onlardan aldıklarımız nelerdir.

Bir zamanlar karşılıklı olarak, hatalarımızı göremediğimiz ve hep birbirimize güzel sözler söylediğimiz eşlerimizin belirli bir zaman sonra bazı davranışları bizlere batmaya başlayabilir. Bugün için eşimizden değiştirmesini istediğimiz bazı alışkanlıkları belki de ilk karşılaştığımızda da var idi. Ama o zamanlar, görmek istediklerimiz, yani düşüncelerimizde oluşturduğumuz iç temsilimiz, bu alışkanlıkarı önemsiz saydığı için, bizleri bu günkü kadar rahatsız etmemiş olabilir. Aslında, değişen eşlerimizin davranışları değildir. Değişen, kendi düşüncelerimizde oluşturduğumuz iç temsillerdir. Kendi içimizde yarattığımız iç temsiller, bizlerin, dışarda gelişen olay, iç temsilimizin yarattığı beklentileri tatmin edemiyorsa, işte o zaman huzursuzluğumuz başlamıştır. Genellikle kişiler, huzursuzluğun nedenini birbirlerine yüklemek isterler. Tıpkı, bir öğrencinin 10 üzerinden 9 alınca, “Ben 9 aldım” veya 10 üzerinden 3 alınca “Öğretmen baba 3 verdi” demesi gibidir. Bu, karşımızdaki kişi eşimiz, çocuğumu, anne veya davranış, karşımızdakileri hırpalayabilir. Bu hırpalanmaların çoğalması ise, ilişkilerin kopmasına yol açabilir. Genellikle böyle durumlarda, her iki taraf da, kendine göre haklıdır, karşı taraf ise haksızdır. Kendini haklı görebilmek bir insan tabiatıdır.

Peki, ilişkilerimizin bozulmasına neden olabilecek olan böyle olumsuz gelişmeleri iyi yönde gelişecek şekilde değiştiremez miyiz? Evet, istersek değiştirebiliriz. Bunun birçok yolları vardır. Herkesin, her yaşta uygulayabileceği bir yolu, yani iç temsillerimizi değiştirecek olayara yaklaşmamızı, örnekle inceleyelim. Diyelim ki çocuğunuzun yaptığı bir davranış sizi çok üzdü ve onu mutlaka haşlamanış gerektiğine inanıyorsunuz. Eğer, bu kızgınlık içinde çocuğunuzla hemen konuşacak olursanız, söz ve davranışların kontrolünü sağlamak zor olabilir. Belki de amacımıza ulaşamayabiliriz. İsterseniz konuşmaya başlamadan önce, çocuğunuz hakkında beyninizde oluşan öfkeli ve kızgın düşüncelerin yerine çocuğumuz hakkında daha değişik anıları getirebiliriz. Öreneğin; Çocuğunuzu ilk olarak kucağınıza alışınızı düşünün. Küçüçük ellerini, ilk yürümeye başladığını, ilk söylediği sözcüğün sizi ne kadar mutlu ettiğini düşünün. İlk olarak anne veya baba deyişini düşünün. Size ilk gülümsediğinde nasıl da memnun olmuştunuz? İşte, bu güzel düşüncelleri bir kaç defa tekrarlayarak, daha önce var olan öfkeli düşünceler ile yer değiştirdiğimizde, çocuğumuza olan iç temsilimizi değiştirmiş oluruz. Olumlu yönde değiştirilen bu iç temsiller ise, kızgınlığımıza neden olan üzücü olayı, çocuğumuzla konuşacak olursak, onu kırmada istediklerimizi tatlı bir dille anlatma ortamını sağlamış oluruz. Ve çocuğumuzu istediğimiz yöne kanalize edebiliriz.

Eğer isterseniz, bu iç temsillerimizi olumlu yönde diğiştirme yöntemini her yerde, her zaman, diğer kişilerle olumlu iletişim kurabilmek için kullanabiliriz. Örneğin; eşinizin size aldığı ilk hediyeyi, beraber yediğiniz ilk yemeği, ilk defa el ele tutuştuğunuz anı ve bu gibi sizi mutlu eden anıları tekrar tekrar düşünerek eşinize karış olan kızgınlığınızı azaltabilirsiniz. Kızgınlığınız azaldıktan sonra, sorunların çözüü için başlatılacak diyaloglar daha olumlu gelişebilir. Eğer kardeşinize kızgın iseniz, sizi küçükken anne ve babanıza veya okulda diğerlerine karşı nasıl savunduğunu düşünebilirsiniz. Eğer anne veya babanıza kızgin iseniz, sizin elinizden tutup ilk defa okula götürdüğü günü, veya üşümemeniz için ceketini çıkarıp sizi nasıl sardığını düşünebilirsiniz. Daha önce görüştüğünüz fakat şimdi az görüştüğünüz bir tanıdığınızla yeniden diyalog kurmak isterseniz, yine o kişi ile ilgili güzel anıları tekrar düşünerek iç temsillerimizi değiştirebiliriz. Belki de olumlu diyaloglar tekrar başlayabilir.

Bir kapıdan yabancı bir bayanın önden geçmesi için “buyrun” diyebiliyorsanız, bunu eşimize de diyebilmemiz gerekir. Bir bayana arabanın kapısını açıyorsanız, bunu eşimize de yapabilmemiz gerekir. Bütün bunlar, birer uygar davranıştır. Evimize gelen bir yabancı misafir ile, karşı fikirde olduğunuzu hissettiğinizde, yabancının olabilirsin” diyerek uygar bir davranış biçimi ortaya koyabiliyorsak, bunu kendi toplum üyelerimize de uygulayabiliriz. Yabancılara gösterdiğimiz saygılı davranışları, kendi aile fertlerimizden ve toplum üyelerimizden esirgemeyelim.

Verdiklerimiz ve aldıklarımızla ilgili olarak başımdan geçen bir izninizle aktarayım. Bir defasında, hazır yemekler satan bir Türk iş yerine öğle yemeğimi almak için girmiştim. Hayli kalabalık idi. Bana sıra geldiğinde “Abi, sen yabancı değilsin” diyerek benden sonra gelenlere servis yapılmıştı. Ben de hiç bir şey demenden dükkan sahibi tarafından verilen sıramı bekl;emiştim. Sonunda ben de yemeğimi aldım. Öneme zamanı yarı fiyatı ödeyince “Abi bir bu kadar daha vereceksin, fayatı bu” demişti. Ben ise “Ben yabancı değilim” diyerek ayrılmıştım, zorunlu omadığım sürece de oraya uğramamıştım.

Eğer bizler “Bizden biri hier nazımızı çeker” diye kendi aile fertlerimizden ve toplu üyelerimizden kibar ve uygar davranışlar esirger isek, bizler de yarım ilgi görebiliriz. Böyle davranışlar ise gerek aile gerek toplum içinde bütünleşmeyi ve kaynaşmayı yavaşlatabilir.