DÜŞÜNCELERİMİZ HAYATIMIZI OLUŞTURUR (8 Eylul 1995)

Mutlu, mutsuz veya fakir, zengin oluşumuz ve bu gibi sahip olduğumuz yaşantı genellikle düşüncelerimizin, dolayısıyla ortaya koyduğumuz davranışlarımızın bir ürünüdür. Hayatta istediğimiz sonuçları almanın ve duruumuzu yönlendirmenin ilk anahtarı; beynimizi etkin olarak çalıştırmayı öğrenmektir. Bütün davranışlarımız içinde bulunduğumuz durumun bir sonucudur.

Büyük bir sinema perdesinde oynayan bir film düşünelim. Söz gelimi oynayan filmde kavga eden iki kişi veya mutlulukarını paylaıan bir çift veya kırlarda koşan küçük bir çocuk veya birbirlerinin yardımına koşan ve karşılıklı sevgi ve saygı ve anlayışa dayanan bir toplum yaşantısına ait görüntüleri düzenleyen bir kişi vardır. O da bu filmin yapımcı yani rejisör’üdür. İsterseniz gözlerimizi kapatıp kendi yaşantımızı hayali olarak sinema perdesine koyup oynatalım.

Çocukluğumuzdan bu yana geçen yaşantımızı, mutlu veya mutsuz olduğumuz anları, sevincimizi, üzüntümüzü çocuklukta aldıklarımız, çocuklarımıza verebildiklerimizi, vermek isteyip de veremedikleriizi, şu andaki durumumuzu, gerçekleşemiyen beklentilerimizi hep bu sinema perdesinde oynatalım. Peki bu oynayan ikinci filmin yapımcısı kimdir. İşte o da bizim ta kendiizdir. İyi bir rejisör nasıl ki güzel bir film ortaya koyuyorsa, istersek bizler de hayatımıza isteklerimize ulaşacak biçimde yön verebiliriz.

İçinde bulunduğumuz duruma göre daha becerikli veya beceriksiz davranışlar ortaya koyabiliriz. Bu durumu ise genellikle düşüncelerimiz oluşurur. Bunu bir örnekle açıklamıya çalışalım. Diyelim ki belirli bir saatte bir yerde eşinizle buluşacaktınız. Eşiniz beklediğiniz zamanda gelmedi, sinirlendiniz. Sinirlendikçe eşinize karşı olumsuz düşünceler beyninizde tekrarlanmaya başladı. Sinirlendikçe daha çok sinirlendiniz. Belirli bir süre sonra eşiniz geldiğinde, “Nerde kaldın yahu, iki saattır ağaç oldum” diye kızgınca söze başlayan ilk siz oldunuz. Gerçekten eşinizin neden geç kaldığını öğrenmeden önce arada olumsuz bir iletişim havası yaratmış oldunuz. Karşı taraf da haksız bile olsa hakketmediği bir davranış ile karşılaşınca kendini savunmaya geceçektir. El ele tutuşup yürüyen bir çift yerine, elini kolunu sallayarak birbirine bağırıp çağırarak yürüyen bir çift oluşabilir. Halbuki eşinizi beklerken, “Acaba başına bir şey gelmesin, hastaneye gimiş olmasın” gibi düşünceleri kendi kendinize tekrarlarsanız, eşiniz geldiğinde daha değişik bir diyalog başlatabilirsiniz. Örneğin, “İyimisin, bir şeyin yok ya” diyerek kucaklayabilirsiniz bile. İşte bu örnekte, düşüncelerimiz davranışlarımızı oluşturmuştur. Ortaya koyduğumuz beceriksiz davranışlar ise yaşantımızı olumsuz yönde etkiliyecektir.

Düşüncelerimizin ve davranışlarımızın hayatımıza nasıl etkilediğini gösteren birkaç örnek daha verelim. Diyelim ki sıgara içiyorsunuz. Sıgara içilmiyen bir yerde de çalışıyorsunuz. Sıgara içmeyenler sıgara kokusundan nefret ederler. Dışarda sıgara içtiniz, ağzınız leş gibi sıgara kokuyor. Bu koku ile çalışmaya döndüğünüzde veya diğer çalışma arkadaşları ile iletişim kurarken dışlandığınızı hissettiniz. Hemen karşımızdakileri suçlamaya gecebiliriz. “Yahu bu adamlar bizi sevmiyorlar beni çalıştığım yerde kimse sevmiyor” gibi düşüncelere kapılabiliriz. Bu düşünceler ise, olumsuz davranışlar üretmemize neden olur. Diğer bir örnek. Önümüzde yaz ayları geliyor. Siz ter kokan biri ile ne kadar beraber olmak istersiniz. Eğer siz ter kokusundan memnun olmuyorsanız, başkalarıda olmayabilir. Bu da karşımızdakilerle iyi iletişim kurmamızı, kendimizin ve yaptıklarımızın daha iyi tanıtılmasını engeller. Bütün gün kahvede kağıt oyunu ile vakit geçirdiğimizi düşünelim. Biraz sinirli biraz da suçluluk duyguları ile eve döndüğüzü düşünelim. Bu halimiz ile diğer aile fertlerine ne kadar mutluluk verebiliriz. Herhangi bir nedenden dolayı aile içinde huzursuzluktan şikayet eden, erkeklerin sorumsuz, güvenilmez, kötü yaratıklar olduğunu devamlı olarak kız çocuğuna söyleyin bir anneyi düşünelim. Bu duygular ile beslenerek buyuyen bir kızın, mutlu bir evlilik yaşantısının olmasını beklemek de zordur.

Küçüklükten beri tatmin edilemeyen duygularımızın ve de gerçekleşemeyen beklentilerimizin açısını en yakınımızdan çıkarmak istiyebiliriz. Bu istek aynı dil ve kültüre sahip olan diğer toplum üyelerimiz ile iyi bir iletişim kurabilmemeizi engelleyebilir. “Benim çok iyi bir Ermeni komşum var” veya “Benim çok iyi bir Yunan arkadaşım var” diye konuşmaları çok duymuşuzdur. Peki aynı dil ve kültüre sahip olan kapı komşumuzun suçu ne? Bizden daha çok şeyler mi alıp gütürüyorlar. Yoksa karşı fikirden mi? Olursa olsun. Herkes değişik fikirde olabilir. Yaklaşmamızı engelleyen fikir ayrılığı olmayıp bizim düşünce biçimimiz ve olayları değişik değerlendirmemiz olamaz mı?
ÇEVREMİZİ GENİŞLETEBİLİRİZ 18 Agustos 1995)

Burada yaşayan bizlerin, çevremizi genişletif ufkumuzu daha geniş açabilmemiziçin elimizde çok büyük imkanlar vardır. Bu imkanları kullanarak kendimizi ve ülkemizi daha doğru ve güzel bir şekilde tanıtma şansına da sahop olabiliriz. Ama bazen kendimmizi kaptırdığımmız yaşantı biçimimizden bu imkanları tam olarak kullanamamış olabiliriz. Eğer bir mesleğimiz var ise meleğimiz ile ilgili toplantı ve seminerlere katılıp bilgi ve becerilerimizi arttırdığınız gibi konuşacak yeni yeni kişiler de bulup çalıştığımız alandaki yeni gelışmeleri yakından takip edebiliriz. Eksiklikleriizi kısa zamanda giderip kendi alanımızda daha ilerilere gidebiliriz. Eğer bir mesleğimiz yoksa bu ülkede yaşayanlara ve isteyenlere bir meslek öğrenmek için çok büyük imkanlar sağlanmaktadır. Yeter ki isteyelim.

İçinde yaşadığımız modern dünyada kendi ve yaptıklarını en iyi tanıtabilen kazanmaktadır. Ülkemizden 18 mil uzağa bin buralarda düzen kuran bizler çok cesaretli ve çalışkan kişileriz. Bu çok kolay bir iş değildir. Evet bunları bizler başardık ve daha iyisini de yapabilecek güç içimizde var. Burada yaşayan diğer toplumlara iletişimde bulunarak modern Türkiye’nin güzelliklerini ve Türkler’in çalışkanlıklarını ve becerilerini onlara anlatabiliriz. 13 yıl önce buraya geldiğimde eşim için, senin kaçıncı hanımın? Hani senin fesin nerede? Siz Türk olamazsınız, Türkler kısa boylu esmmer, kaba bıyıklı olur, sonra Türkler’den bilgisayarcı falan çıkmaz, demişlerdi. Ben de 1923'ten bu yana Türkiye’de ancak bir evlilik yapılıyor, kısa boylu bıyıklı olabiliriz ama kafamızın için modern dünyanın getirdikleri ile güncellenmiştir diye çevap vermiştim. Ama insanlar nasıl oluyor da Türkleri ve Türkiye’yi hala tanımıyorlar diye çok ağırıma gitmişti. Halbuki bize liselerde Missisipi nehrinin debisini, Yeni Zelanda’nın yüz ölçümünü ve bitki örtüsünü bile öğretmişlerdi.

Sonradan anladığım kadarı ile adamlar ancak gerekli olanı beyinlerinde tutuyorlardı. Türkiye ve Türkler hakkındaki bilgileri ise 1915-1920 yıllarında Gelibolu’da savaşan askerlerden aldıkarı kadardı. Çalıştığı yerde şu anda Türkiye’yi de Türkleri de çok iyi tanıyorlar. Türk yemeklerinin adını ve tadını bile öğrendiler. Üç kişi, yıllık tatilini Türkiye’de geçirdi. Geçen sene bir tanıdığım “Yahu bu adamlar bizi sevmiyor” diye dert yakınıyordu. Eğer bu adamlar Alman ve Pajonlarla bereber çalışıyorlarsa bizlerle de çalışırlar yeterki bizler kendimizi ve ülkemizi gerektiği gibi tanıtalım. Bu tanıtım işini, çevremizi genişleterek ve dadha çok kişi ile temas kurarak sağlayabiliriz. Çevremizi genişletmenin bir diğer yararı ise bizleri bazı kısır döngü rahatsızlıkarından kurtarabilir ve bizleri daha aktif, daha girişken ve daha hayat dolu bir yaşantıya sahip olmamızı kolaylaştırır. Birbirimize yaklaşırken daha akılcı ve anlayışlı olabilmemizi kolaylaştırır. Çevremizi genişletip yeni yeni kişilerle tanışmak ve yeni yeni fikirler öğrenmmek bir yerde duygularımızı ve beynimizi beslemektir. Örneğin, piknikte, parkta, çarşıda veya bir hafta sonu trene atlayıp Opera House’un oralarda dolaşırken yeni yeni kişilerle tanışıp konuşarak, gördüğümüz ve duyduğumuz yeni şeyler hep beynimizin ve duygularımızın bir beslenmesidier. Bu tür beslenmeler tıpkı yeme içme gibi bir ihtiyaçtır. Bu tür ihtiyaçların midesi kazınan birinin sağlıklı bir iş çıkarması zor ise değişik görüntü ve duygular ile beslenmeyen ve aynı konunun etrafında dönen bir beyinden de diğer kişilerle sağlıklı bir iletişim kurmasını beklemek zor olur. Çocuklarımız da çevreyi bizlerle tanısınlar ve bizlerden uzaklaşmasınlar.
DUYDUKLARIMIZ, GÖRDÜKLERİMİZ VE HAYATIMIZ (11 Agustos 1995)

Daha önce bahsettiğimiz gibi, insan beyni duyduklarından ve gördüklerinden etkilenir. Bu etkilenme, düşünce tarzımıza yön verir. Düşünce bilincimiz ise, hayatımızın gidiş yönünü belirler. Ağzımızdan çıkan sözler, yaptığımız davranışlar, olaylara yaklaşım ve çözüm yöntemlerimiz hep düşüncelerimizin bir ürünüdür.

Duyduklarımız ve gördüklerimizin hayattımızı nasıl etkileyebileceğini örnekle incelemeye çalışalım. Diyelim ki, deniz kenarında güzel bir evde oturan ve görünüşte hiç bir sıkıntısı olmayan birinin, bir ay süre ile devamlı üzüntülü müzik dinlediğini ve kırdılı vurdulu ve acıklı filmler izlediğini düşünelim. Dinlenilen bu acıklı müzikte yer alan bazı sözlerin de aşağıdakiler gibi veya benzeri olduğunu düşünelim “halime ben ağlamayayım da kimler ağlasın”... “Batsın bu dünya:... “doldur doldur içeyim”...”ben içmeyeim de kimler içsin” gibi. Mutlu ve iyi şartlarda yaşayabilecek durmda olan bu kişi, belirli bir süre, üzüntülü müzikler dinleyerek ve acıklı filmler seyredere, günük hayatını sizce ne kadar güzelleştirir? Çarşıda, pazarda, komşulukta, toplantılarda diğer insanlar ile iletişim kurarken ne derece başarılı olur? Çocuklarına olumlu düşünmeyi nasıl aşılayabilir?

Büyük bir ihtimalle, belirli bir süre karamsar duygu ve görüntülerle beynini besleyen bu kişi, çok iyi niyetli olmasına rağmen karamsar, her şeyin ilk önce kötü tarafını görebilen, biraz saldırgan, biraz alıngan, biraz çekingen, eleştiriye tahamülü olmayan, her şeyde tenkit edilecek bir nokta bulabilen bir kişiliğe sahip olabilir. Böyle bir kişilik ise, diğerleri ile olumlu iletişimleri engelleyebilir.

Bir çoğumuzun geçmişinde üzüntülü dönemleri olmuş olabilir. O zamanlar sıkıntılarımızı yalnız hüzünlü müzikler ile paylaşma imkanı bulmuş olabiliriz. Eğer böyleyse, hüzünlü müzikler dinleyerek tekrar o acılı dönemlere kendimizi götürmeye ve günlük yaşantımızı mutsuz etmeye değer mi? İlk okula giderken yalın ayak karda yürürken ve kuf kuf öksürken “Erzurum dağları kar ile boram/Adı yüreğimi dert ile verem” gibi acıklı bir türkü söylemek veya dinlemek, o zamanlar tesellimiz olmuştur, ama burda değil. Üzüntülü müzikler dinleyerek ve acıklı filmleri seyrederek farkında olmadan kendi beynimizi olumsuz yönde yıkamış ve kendi hazırladığımız tuzağa kendimiz düşmüş olmuyormuyuz? Bunları söylerken geçmişimizi unutacağız, ülkemiz ve toplum sorunları ile ilgilenmeyeceğiz demiyorum. Ama yalnız üzüntülü müzik dinleyerek ve acıklı film seyrederek var olan sorunlara, çözüm bulmak bir yerde dursun, çözümleme yeteneğimizi de olumsuz yönde etkilemiş oluruz. Az gelişmiş ülkelerin müziklerini incelediğimizde ağırlığın üzüntülü grupta toplandığı görürüz. Bu yaşam şartlarından dolayı mı böyledir yoksa az gelişmişliğe ağır müziklerin etkisi var mıdır bilinmez.

Müzik deyince, ilk okulda öğrendiğim bir çocuk şarkısını hatırlarım “Neşeli ol ki genç kalasın”... Bu çocuk şarkısının bestelendiğei yıllarda yaşayanlar, sanmıyorum bizim bu günkü yaşantımızdan daha iyi olanaklara sahip olsunlar. Ama bu ve buna benzer şarkıları söyleye söyleye ve dinleye dinleye bizlere biraz daha iyi hayat şartları bırakmaya çalışmışlar.

Bizleri ve çocuklarımızı, görerek veya duyarak olumsuz yönde etkileyebilecek, daha birçok etkinlikler bulabiliriz. Örneğin; misafirlikte, başka birilerini çekiştirmek, ödevini yapan veya televizyon seyreden çocuklarımızı ne yönde etkiler? Veya yerel gazetelerde gündem konularını işlerken kullandığımız acı sözler, hitap eden kişi veya kendimiz veya okuyucular için ne kadar etkileyici olur? Türkçemizde çok güzel sözcükler vardır. Sorunları veya fikirlerimizi belirtirken bunları kullanmak daha etkileyici olmaz mı? Burada kullanılan güzel sözcükleri benimseyen okuyucularımız ve çocuklarımız diğerleriyle iletişim kurarken daha başarılı olurlar.
OKUYUCU İZLENİMLERİ (28 Temmuz 1995)

“Kendimizi Yenilemek” makaleleri gazetede yayınlanırken, okuyuculardan alınan izlenimlerin bazıları şöyledir:
“Makalelerinizi örnekler vererek kolay anlaşılır bir dil ile yazıyorsunuz. Bu tür yazıların toplumumuzu okumaya teşvik edeceğine inanıyorum. Yazılarınızı eve gidince eşime ve çocuklarıma da okutuyurum. Gençlerimiz için de yazbilirmisiniz.”
“Yazılarınızı okuyalı çocuklara yaklaşımım olumlu yönde değişti. Teşekkür ederim.”
“Çok güzel yazıyorsunuz, ihtiyacımız vardı. Önerilerinizi tam olarak uygulayamadım daha. Ama uyguladıklarımın çalıştığını gördüm. Çok Teşekkür ederim.”
“Merak ediyorum kaç kişi okuyor acaba. Keşke herkes okuyabilse.”
“Bütün yazılarınızı kesiyorum. Birinden Türkçe ödevimi yapmıştım. Öğretmen çok beğendi. Yararlandığım kaynağı sordu. O günden beri, öğretmenimiz yazılarınızın fotokopisini çoğaltıp bütün öğrencilere dağıtıyor.”
“Bu yazılar yatağın baş ucunda durmalı. Her gün yatmadan önce bir kaç sayfa okunmalıdır.”
“Bilemedik, çocuklarımızı cesaretlendiremedik zamanında. Körlüğümüze geldi, kimse bize böyle güzel şeyler şöylemedi o zamanlar. İnşallah bütün anne babalar okurlar ve uygular.”
“Ben de bu gibi sosyal konular ile ilgileniyorum, yaptığınız büyük bir cesaret işi. Topluma böyle anlaşılır bir dil ile seslendiğiniz için sizi tebrik ediyorum.”

Bir başka okuyucum “Uygulamalı Psikoloji” adı altında topladığı ve yazılı olarak gönderdiği izlenimleri şöyledir.
“Uygulamalı Psikoloji kitaplarına önceleri Üstad Ömer Rıza Doğrul’un Dale Carnegie’den tercümeleri ile karşılaştık. Bu kitaplar memleketimizde çok tutuldu. Okuduk, çok da yararlandık. Avustralya da sayın D. Hüseyin Açikgöz kardeşimizin “Kendimizi Yenilemek” yazıları ile karşılaşınca , bu konularda çok kişilerin emek verdiğini gördük. Çünkü Hüseyin Açikgöz bunlardan yararlanarak ve kendi gözlemlerini de katarak bize çok faydalı bilgiler verdi. Sadece bu kadarla kalmayıp, eşi Zübeyde Açikgöz ile birlikte düzenledikleri “Kendinle Barış”seminerleri ile benzeri konuları doğrudan dinleyicilere sunmayı da üstlenmişler. Bu seminerlerin önemi gittikçe anlaşıldığı için, dileyicileri de gittikçe artmaktadır. Bu çalışmalarından dolayı bu aileyi kutlarım.
Bu makalelerden ilk öğrendiğimiz, insan beyninde 10 milyar civarında sinir hücresi olduğu. Ölen sinir hücresi yenilenmiyor, Seksen yaşına gelmiş bir kişi 3 milyon kadar sinir hücresi kaybediyormuş. Bu kaybolan miktar ancak toplamın yüzde biridir. Gözlerimiz bir bakışta 10 milyon rengi ayırt edebiliyormuş.
İnsan vücudunun temeli, anne ve babadan gelen genleri taşıyan DNA denilen akıllı moleküllerden oluşmaktaymış. İnsan vücudunun nasıl bir mucizevi yaradılışta olduğunu hayretle ve daha geniş görüyoruz yazılarda. İstatistiki bazı verilerden sonra, makaleler asıl konuya giriyor ve onu işlemeye başlıyor.
Bu makalelerde işlenen konulardan bazılarından söz etmeden de geçemeyeceğim. D. Hüseyin Açikgöz
okuyucularına söyle sesleniyor.
Başarısızlığı ve mutsuzluğu kadere bağlamayın. Beyin gücünü kullanarak bunu değiştirmek mümkün. Aklımızın yüzde 1-10'u bilinçli bellek, yüzde 90-99'u ise bilinçaltı bellektir. Olumlu düşünceleri devamlı tekrarlayarak bilinçaltı belleğimize yerleştirerek yaşantımızı iyi yönde değiştirebiliriz.
Kendine saygı duymayam biri başkalarına da saygı duyamaz ve başkalarından da saygı göremez. Kendinize itina edin ve yüzünüzden gülümsemeyi hiç eksik etmeyin. Beyin gücünü eleştiri ve cevaplarına harcamayın. Başaracağına inan. Kendine Güven. Yaptıklarınla övün. Kendine moral ve güç ver. Her zaman en iyisini yapmak için plan yap. Kim haklı yerine ne doğruyu aramayı alışkanlık haline getirebilirsiniz. Doğru nedir arayışı karşıt fikirdeki kişilerle bile diyalog kutulmasını sağlayabilir. Yeteneğinizin ne olduğunu araştırıp o yönde yılmadan çalışırsanız mutlaka başarırsınız. Hekesin olaya bakışı farklıdır, bunu kabul edip höşgörülü olabiliriz.. Beyninize fazla yük yüklemeyin, tek tek yüklerseniz hepsini kolayca çözer.En büyük zenginlik sağlıktır
Çocuklarımıza, sevgi ve güvenden başka girişimcilik, uyum, araştırma, analiz ve problem tekniklerini de küçük yaşta verebilir, bunlar onlarda normal yaşantı gibi birer alışkanlık olur. Çocuklar etrafında gelişen gerçek duygu ve titreşimleri çok iyi yakalar. Değişik karakterli kişiler hep çocukluktaki aldıkları beyin beslenmesini yansıtırlar.
D. Hüseyin Açikgöz, ilerde inşallah bu çalışmalarını bir kitap haline getirir. Bu kadar uğraşıdan sonra bu fikir ürününün ancak gazetelerde kalması yazık olur. Çünkü bulunup okunması pek mümkün olmaz. Bu özetin özetini vermeye çalıştığım bu çalışmaların önemini daha iyi anlamak için bu yazıları okumak ve konferansları kaçırmamak. O zaman işin önemini ve yararını daha iyi göröceksiniz.”
Yazar
Mehmet Emin Töreci
ÇEVREMİZ, DÜŞÜNCELERİMİZ VE HAYATIMIZ (21 Temmuz 1995)

İnsan beyni, gördüklerinden, duyduklarından etkilenir. Bu etilenme ise, düşüncelerimize etki eder. Düşünce tarzımız ise hayatımızın gidiş yönünü belirler. Eğer bu etkilenme olmasa idi, bugün değişik fikirleri savunan kişiler olmazdı. İçinde yaşadığımız ortam (anne baba ve çevreden aldıklarımız, duyduklarımız ve okuduklarımız) bizleri bugün belirle bir fikrin savunucusu yapmıştır. Bu demektir ki, savunduklarımız; bize göre doğrudur. Diğerlerinin savundukları da, onlara göre doğrudur. Eğer sadece karşıt fikirli diye biz, toplum insanlarımız, birbirimize yaklaşamıyorsak, neden düşünen bir varlık olarak, fikirlerimizin güdümünde ve onun esiri olalım? Kendimizde bazı küçük değisiklikler yaparak nedn kendi hayatımızı ve toplum hayatımızı iyileştirmeye götürmeyelim? Belki de bir çoğunuz, insanın belirli bir karekteri vardır o değişmez, neye alışmış ise o yönde yaşantısını sürdürür diyebilirsiniz. Ama zaman zaman bilerek veya bilmeyerek yaptığımız bazı yenilikler veya değişiklikler vardır. Buna bir örnek vereyim. Türkiyeğde trafik sağdan gider. Türkiye’de iken hepimiz buna alışmıştık. Bu gün Avustralya’da neden otomobil sağdan sürmüyoruz? Bu yaılan, var olan bir alışkanlığın değiştirilmesi değil midir? İnsan tabiatı hep yeniliğe, iyileşmeye, güzelliğe açıktır. Bugün, iyi bir şekilde yaşama ortamı bize sağlanmış ise; birileri, bu güzellikleri ve iyileşmeleri, bizlerin hizmetine getirebilmek için, beyin gücü harcamışlardır. Eğer böyle olmasa idi, dedelerimiz gibi eşyalarımıze hala kağnı ile taşırdık. Yenilenme ve iyileştirme konusunda çaba harcayanlar hep kazanmışlardır.

Dağınık bir masada çaleştığımızı, her tarafı çöp ve pislik dolu bir sokakta yürüdüğümüzü, her iki adımda ayakkabımıza bir sakızın yapıştığını, sokalarda hep yüzü asık, birbirine düşük bilinç düzeyinde sözcüklerle konuşan kişilerin dolaştığını düşünelim. Bu görüntüler düşüncemeize nasıl etki eder?

Dağınık bir masada aradığımız bir dökümanı bulmak için yapılan adımalrı kısaca inceleyelim. Beyin göze bak emri verdi. Gözler bütün masayı taradı, bütün görüntüleri beyne aktardı. Beyin, aradüğüm bu mu? Diye bütün görüntüler için ayrı ayrı sorular sordu. Hepsinden hayır cevabı alınca el ve kollara emir verdi. En üstteki dökümanı al bir tarafa koy. Daha sonra onun altındaki dökümana bakması için gözlere emir verdi. Gözler görüntüyü beyne aktardı. Beyin tekrar sordu aradığın bu mu? Eğer cevap hayır ise masanın üzerindeki bütün dökümanlar için aradığımız gerçek dökümanı buluncaya kadar aynı işlemler tekrarlandı.

Buradan anladığımız kadarı, aradıklarımıza daha çabuk erişebilmemiz, etrafımızdaki düzenlliğe çok bağlıdır. Düzenli ve temiz bir ortamda çalışmak düşüncelerimizde de düzenlilik yaratır. Düşüncelerimizdeki düzenlilik ise diğer kişilerle iletişim kurarken daha akılcı bir yaklaşım içinde olmamızı sağlar ve en kısa yoldan sonuca ulaşabilmemizi kolaylaştırır.

Çevremeizdeki düzensizlik, çöp, pislik, dağınıklık görüntüleri ve sıkıntılı, mutsuz kişilerin konuşmaları ve düşüntüleri kısa bir zaman sonra bizleri de etkisi altına alır. Buy etki, düşüncelerimizin düzensiz, dağınık, kararmsar ve olumsuz olmasına yol açar. Nasıl ki limonu sıkınca limon suyu elde edersek, karşımızdakiler için kötmser düşünçelerimiz de, ağzımızdan olumsuz ve eliştirici sözcüklerin çıkmasına neden olur. İstersek, çevremizdeki olumsuz görüntüleri iyileştirebiliriz. Belki de birçoğunu kendimiz yeratmışızdır. Örneğin; çalışmaya yeni başladığımızda, belki de masanın üzeri tertemizdi veya yeni bir semt kurulduğunda sokaklar tertemizdi. Bu olumsuz görüntüler için harcayacağımız çabalar ile hem çocuklarımızı, hem de diğerlerini özendirebiliriz.
YÜKSEK BİLİNÇ DÜZEYİ (14 Temmuz 1995)

Daha önceki sayılarımızda yeteneklerimizi geliştirip, kendimize yardım edip, daha üst düzeylere gelebileceğimizden kısaca bahsetmiştik. Evet başkarına yardım edebilmek için öncelikle kendimize yardım edebilmemiz gerekir. Aç olan bir çocuğun açlığını giderebilmek için, önce kendi açlığımızın giderilmiş olması gerektiğini birçoğumuz destekleriz. Kendimizde var olan yeteneklerimizi keşfedip, onları geliştirerek kendimize daha çok yardım ederek, kaynaklarımızı genişletebiliriz. Daha sonra da tek tek oluşturulan bu kaynakları birlikte kullanarak, daha verimli sonuçlar elde eder, hem birey olarak, hem de toplum olarak daha çok fayda sağlarız.

Kaynakların birlikte kullanılmasını bir örnekle açıklamaya çalışayım. Bir kişi, çocuk hikayeleri yazıyor. Bunlardan bir tanesi de “Beauty and the Beast”. Başka biri, çocukların hoşlanacağı giyim kuşam üzerinde patent ile kaymayı en güzel yapacak şekilde öğreniyor. Başka biri, tiyatro ahnelemesinde uzmanlaşıyor, başka biri ışıklandırma konusunda uzmanlaşıyor. Başka biri ses düzenlemesi konusunda uzmanlaşıyor. Bütün bu, kendi konularında uzmanlaşan kişiler, bir araya geliyorlar. Hiç biri kendini diğerlerinden ne küçük ne de büyük görüyor. Karşılarındakilerin uzmanlık alanına saygı duyarak, o uzmanlık dalındaki işlari uzmanına bırakarak “Valt Disney’s World on Ice, Beauty and the Beast” diye çocuklar için çok güzel bir gösteri hazırlıyorlar. Bu gösteri, büyükler de dahil olmak üzere, bütün dünyada büyük bir kalabalık tarafından izleniyor. Hasılat rekorları kırıyor.

Burada ortaya çıkan gerçek tablo şudur. Değişik alanlarda uzman olan kişiler, kendilerinde var olan kaynaklarını diğerlerinde var olan kaynaklar ile birleştirerek, ortaya çok güzel bir gösteri çıkarıyorlar. Tek başına hiç biri böyle bir gösteri hazırlayamazdı. Kaynakların birleştirilmesi ile, hem herkes uzmanlık alanını tam olarak ortaya koyacak bir fırsat buluyor, hem de daha çok ekonomik fayda sağlıyor.

Peki, bu adamların beyinleri bizimkinden daha mı büuyük? Tabiiki hayır. Avustralya’da yaşayan bizler de istersek, bir elin nesi var, iki elin sesi var’a dönüştürebilir ve kendimizi yüksek bilinç düzeyine getirebiliriz. Örneğin; gerek yabancılar, gerek kendi toplum üyelerimizin yararlanacağı, ülkemiz ve kültürümüz hakkında bilgi alınabilecek bir bilgi bankası oluşturulabilir. Sağlam kaynaklara dayanılarak hazırlanan bu bilgi bankasından edinilen bnilgiler ile toplumumuzu ve ülkemizi daha iyi temsil edebiliriz ve savunabiliriz. Diğer bir örnek, her hafta sonu birçok gencimmiz evleniyor ve yerine göre başka toplum kuruluşlarına ait salaonlara para ödüyorlar. Neden bu düöünler bir Türk kulübünde yapılmıyor? Gereğinde sinema, eğitim, öğrenim, araştırma, senier veya bilgilendirme toplantılarının yapılabileceği bir toplum kulübünün oluşturulması, sizce çok mu uzaklarda? Belki de yapılabilir. Bu gün olağan karşılanan birçok şey, yıllar önce hayaldi. Örneğin; bir düğmeyi çeviriyoruz her taraf aydınlanıyor. İnsan beyni çok güçlüdür. Bu gücü kullananlar, bir zamanlar hayal olanları gerçekleştirdi.

Böyle birlikteliklerden bizi engelleyen, eğer “benlik canavarı’nı birliktelik ve bereberlik yaratıcılığına dönüştüremez miyiz? İstersek yapabiliriz. Eğer içimizdeki “benlik” bizi ve toplumumuz istediğimiz yere getirdiğine inanıyorsak, ona sıkıca sahip çıkarak, çocuklarımıza da aşılayabiliriz. Yok, bu “benlik” bizi gelmemiz gereken bir çok yerden engelliyor ise, ondan kurtulmasını öğrenebiliriz veya iyi bir plav yapmak için tıpkı pirincin taşını ayıkladığımız gibi, benliğimizi pürüzlerden temizleyebiliriz.

Ünlü şairimiz Aşık Veysel “Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başka olmasa” demiştir. Bizler ne koyunuz, ne de kurt. Bizler insanız. Evet bizler, başka fikirlerde olsak ta birbirimizi sevebilen, birbirimize elimizi uzatabilen ve bir araya gelerek kaynaklarımızı birleştirebilen insanlarız.
YÜKSEK BİLİNÇ DÜZEYI - KOŞULSUZ SEVGİ (7 Temmuz 1995)

Avustralya’da yaşayan bizler, kendimizi yüksek bilinç düzeyine getirerek daha mutlu bir hayat yaşayabilir ve daha başarılı gençlik yetiştirebiliriz. Bu olanaklar, burada ve bizde var. Ama, bunu ancak, kendimiz istersek yapabiliriz. Biz istemeden, kimse, bize zorla bir şey yaptıramaz.

Nedir “Yüksek Bilinç Düzeyi?” Yüksek bilinç düzeyi; Kendimiz dahil herkesi koşulsuz sevmek, kendimizde ve diğer insanlarda var olan parlaklığı ve kaynakları keşfetmek, ve bu kaynakları gerektiği gibi kullanabilmek gibi sıralayabiliriz. Ne yazık ki koşulsuz sevgi bizlere hiç öğretilmiştir. Tabiiki diğerlerine de bizim sevgimizi görebilmeleri için hadetmeleri gerektiği öğretilmiştir. Onun için bir çoğumuz, içimizde var olan ve de ücretsiz olan sevgimizi yakınlarımıza gösteremeyiz. Bizlerin de başkalarından sevgi görebilmesi zor olmaktadır. Örneğin; Eşimize, çocuğumuza veya bir arkadşımıza “Beni gerçekten sevseydin” diye söze başlar mutlaka arkasına kendi bağımliliklarımızdan bir koşul ekleriz. İşte böyle bir servgi koşullu sevgidir. Böyle bir alışkanlığa sahop olmak ise bir yakınımıza sevgimizi bile bir koşul ile vermemize neden olur. Bunun içindir ki bir çok eşler ve çocuklar hakları olan sevgiye bulamamaktadır. Sevgi eksikliği ile büyüyen çocuklar, kolay kolay başkarını sevemeezler. Bir başkasından karşılıksız bir sevgi görduüklarende de şaşkına dönerler. Nerden çıktı bu sevgi? Bunun altında bir şey mi var? Bu kişinin benden bir çıkarı mı var? gibi birçok sourlara cevap ararlar. Sevgiden yoksun büyüyen çocuklar, yaşantılarında genellikle şüpheci, tedirgin, alıngan, yerine göre asabi ve hırçın, kıskanç, suçlayıcı, kendilerinin haklı olduklarını ispatlayabilmek için diğerlerini küçük görme gibi bir takı bağımlılıklara sahip olabilirler. Bu gibi kişilerin mutlu olabilmeleri zordur. Diğer kişilerle iletişim kurarken, belirli şart ve koşulları aradıkları için de başarılı olmaları zorlaşır. Koşulsuz sevgi, bedeni ve düşünceleri farklı olmasına rağmen, insan olarak birbirimize benzediğimiz için başkalarını sevebilmektir. Koşulsuz sevgi, başka birini kabullenmektir, dünyayı onun gözü ile görebilmektir. Ne yapıyorsa, ne hissediyorsa, yaşamımızın bir bölümünde biz de oradaydık, biz de aynı şeyleri yaşadık ve hissettik gibi düşünürsek başkarını sevebiliriz.

Kendimizi de sevmeyi öğrenmemiz gerekir. Geçmişteki deneyimlerimizi ne kadar korkunç olursa olsun burada ve şimdi olabilmeyi öğrenip içinde bulunduğumuz şartları değerlendirerek maksimum faydayı sağlamalıyız. Her yaşta herkesin sevgiye ihtiyacı vardır. Sevgimizi etrafımızdaki kişilerden esirgemeyelim. Hayat, kırılıp, kızıp, öfkelenmeye değer mi?

Küçüklüğümüzde yeteri kadar sevgi alamamış olabiliriz. Ama bugün bizler, çocuklarımıza ve çevremize, sevgimizi gösterebiliriz. Bunu kimse engelleyemez. Engelleyecek tek şey, kendimizde var olan alışkanlıklar ve bağımlılıklarımızdır.

ÇOCUKALRIMIZIN EKMEK SUYA İHTİYACI OLDUĞU KADAR SEVGİYE DE İHTİYACI VARDIR.
MUTLULUK VE MUTSUZLUĞUN NEDENLERİ ( 23 Haziran ve 30 Haziran 1995)

Neden hep telaş, ümitsiz, endişe ve karmaş içinde yaşıyoruz? Neden hep kendimize ve başkalarına baskı yapıyoruz? Neden heop küçük sevgi, huzur ve mutluluk kırıntıları ile yetinmek zorunda kalıyoruz?

Yanıt çok basit, fakat gerçekten anlamak bazen güç oluyour. Çünkü, mutluluğa ulaşmak içintakip etmemiz gerektğe öğretilen hemen bir çok yol, bizi mutsuz kılan duygu ve olayalrı güçlendiriyor. Çoğumuz, duygu destekli amaçların bizi mutlu yapacağına inanırız ve heop bu yolda uğraşı gösteririz. Sonunda amaşlarımıza ulaştığımız halde de, bazen, mutlu olmadığımıze görürüz.

İstek ve arzularımız öylesine baştan çıkarıcıdır ki, sonunda, mutlu olabilmemiz için tatmin edilmesi gereken ihtiyaçlar gibi başına geçersem mutlu olacağım deriz. Siz, hiç mutlu olan bir başkan gördünüz mü? Veya bazen, okula gidip master, doktora yaparsak mutlu olacağımıza inanırız. Yeni bilgiler öğrenerek kendimizi geliştirmek iyidir. Ama bunu, hayatımıza huzur getirecek, bizi mutlu kılacak diye ummak yanlıştır.

Aşık olacağım kişiyi doğru seçersem, mutlu olacağım diye de düşünebiliriz. Bulduğumuzu sandığımız kişi ile hoş vakit geçirebiliriz, eğer sevmeyi bilmiyorsak, ilişkiler kşsa zamanda bozulur.

Mutluluğun ve mutsuzluğun kaynağı; dış etkenler olmayıp, daha önceden beynimize bizce veya büyüklerimiz tarafından kaydedilen, programlar ve alışkanlıklarımızdır. Çünkü, etrafımızda gelişen olaylara hep, beynimizde var olan programlar çerçevesinde bakmaktayız.

Günlük mutluluğu bulabilmek; dünün üzüntüleri ile, içinde yaşadığımız gün arasına ve yine içinde yaşadığımız gün ile yarının endişeleri arasına demirden bir kapı koyup, “şimdi ve burada” olabilmek ve yalnız içinde yaşadığımız günü değerlendirme alışkanlığımıza çok bağlıdır. Ama, bu güzel olanları yaparken, dünün üzüntülerini veya yarının endişelerini düşünürsek; mutluluk duyabilmek için yaptıklarımızdan, mutluluk duymak bir yerde dursun, rahatsız edici sonuçlar bile çıkarmış oluruz. Bu çıkan sonuçlar ise, mutlu geçmesi gereken bir günü mutsuzluğa dönüştürmüş olur. Tabiiki, hayat, hergün sıra ile yapılması gereken işlerle doludur. Eğer bugünü, dün yapamadığımız işleri düşünerek veya 6 ay sonra işime son verecekler gibi, yarının endişesi ile harcarsak, bugün yapmamız gerekeni yapamamış oluruz ve yarını da bugün yapamadığımız işi düşünerek harcarsak, hayatımızın başarı ivmesi yukarı gideceğine, yerinde sayar ve aşağıya gider. Bu da içinde yaşadığımız güzel bir günün güzelliklerinden faydalanıp mutlu olabilmemizi engeller.

Günlük mutluluğumuzu koruyabilmek için diğer dikkat edilmesi gereken özellik ise “şimdi ve burada” olabilmektir. Ne demektir “şimdi ve burada” olabilmek? “Şimdi ve burad” olabilmek, yalnız vücut olarak burada olmak, demek değildir. Düşüncelerimizle de burada olmaktır. Etrafımızda neler olup bittiğinin farkında olmaktır. Beş duyu organımız ile algıladığımız bilgilerin gerçek değerlerinin farkına varılabilmektir. Gördüğümüz, kokladığımız, duyduğumuz, dokunarak hissetiğimiz ve tadarak lezzetini algıladığımız değerlerle mutlu olabilmektir. Çünkü insan, bilinçli olarak dokunup elini yakmaz veya kötü bir kokuyu koklamaz. Rahatsız eden bir müzik dinlemez. Hep güzel olan ve hoşuna giden şeyleri yapmak ister ve yapar. Günlük hayatta hiç bir insan, bile bile mutlu olmayacağı hiç bir şeyi yapmaz. Etrafımızdaki oturduğumuz koltuk, yürüdüğümüz park veya içtiğimiz çay da bizi mutsuz edecek nesneler değildir. Aksi takdirde yapmazdık.

Pekiyi, nedir bizi günlük hayatta mutsuz eden? Bunun büyük nedeni “şimdi ve burada” olabilmeyi bilmediğimizden kaynaklanmaktadır. Örneğin; Sınavlara hazırlanan bir öğrenci, ders çalışırken, piknik veya eğlenceye giden arkadaşlarını düşünüyorsa veya piknikte iken “derslerim kaldı” diye düşünüyorsa, ne grektiği gibi ders çalışabilmiştir, ne de gittiği piknikten zevk alıp mutlu olabilmiştir. Zaman zaman hepimizin başına gelmiştir; kitap okurken, bir film seyrederken, düşüncelerimizle Türkiye’yi kaç defa dolaşıp geliş oluruz. İşte böyle bir durumda da “Şimdi ve burada” olmamaktayız ve elimizdeki gerçek yaptığımız ne ise, onun tadını çıkaramadığımız için mutlu olamamış olabiliriz.

Bazen de, kendi hazırladığımız tuzaklara kendimiz düştüğümüz için de, mutluluğumuzu engellemiş oluruz. Peki nedir bu tuzaklar?

Evet mutluluk, dışardan para ile alabileceğimiz bir varlık değildir. Mutsuzluk da, bize başkaları tarafından zorla verilen bir varlık değildir. Mutlu ve mutsuz olmak, etrafımızdaki gelişen olaylara bakış açımıza çok bağlıdır. Etrafımızda gelişen olaylara bakış açımıza çok bağlıdır. Etrafımızda gelişen olayları kontrol edemeyiz, fakat mutlu olabilmeyi kontrol edebiliriz. Bu konrolu da düşüncelerimizi kontrol ederek ve olaylara bakışımızı olumlu yönde değiştirerek saö\ğlıyabiliriz.

Bugün, Türkiye’deki bir çok kişi, eğer Avustralya’ya gidebilirsem çok mutlu olacağım diye düşünmektedir. Veya Avustralya’ya yeni gelmiş biri ile konuştuğumuzda da, buraya gelmekle çok mutlu olduğunu söyleyecektir. Seni burada mutlu yapan ne, diye sorduğumuzda ise; “Yollar temiz, trafik düzenli, insanlar saygılı, her tarap yemyeşil, insanlara çok değer veriliyor, geleceğim garanti, çocuklarım iyi bir geleceğe sahip olabilir, geleceğe ümit ile bakıyorum” gibisinden cevaplar verebilirler. Gerçekten, bütün bu güzel gözlemler doğrudur. Pekiyi, Avustralya’ya yıllar önce gelmişlere bir soru soracak olursak; “Şu anda mutlu musunuz?” Eğer cevabınız hayır ise, Avustralya’ya geldiğinizde de böyle mutsuz mu idiniz, yoksa o zaman daha mı mutlu idiniz? Eğer o zaman, bu ülkede insanlara sağlanan olanaklardan dolayı daha mutlu idiysek, fakat şimdi mutlu değilsek, bu güzel olanaklar değişti mi? Tabiiki hayır. Değişen bir tek şey olabilir? O zaman etrafımızda gelişen olaylara bakışımız, hep ümit dolu idi, etraftaki hep güzellikleri görüyorduk. Beş duyumuz ile algıladığımız bütün şeyler bize mutluluk veriyordu. Daha doğrusu “şimdi ve burada” olabilmeyi tam olarak uygulayabiliyorduk. Her tatdığımız bize mutluluk veriyordu. Çünkü, nasıl tadacağımızı biliyorduk. Beynimizde hiçbir olumsuz düşünce kırıntıları yok idi. Eğer, ilk gelişimizdeki, etrafımızda var olan değerler değişmediği halde, şimdi daha az mutluluk hissediyorsak, bunun bir tek nedeni olabilir, o da, beynimizde oluşan olumsuz düşünce kırıntılarıdır. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Yemekten sonra tatlımızı, daha önceki yediklerimizin kırıntıları bulunan tabakta yer isek, o tatalının tadını tam olarak alamayız. Çünkü, tatlının gerçek tadı, önce yediklerimizden arta kalan yiyecek kırıntılarının tadı ile tarışmaktadır. İşte, günlük yaşantımız da böyledir. Bir eğlenceye veya bir toplantıya gittiğimizde, orada sevmediğimiz birini görme düşüncesi, bizim, gittiğimiz toplantıdan tam olarak yararlanmamızı ve mutlu olmamızı engeller. Böyle bir durumda, tıpkı yediğimiz tatlının tadına varabilmek için önceki yemek kırıntılarını temizlediğimiz gibi, bir toplantıya katıldığımızda da, orada olabilecek kişiler hakkında beynimizde var olan olumsuz düşünce kırıntılarını temizlemeyi, alışkanlık haline getirmemiz gerekir.

Bütün bunları söylerken, etrafımızda gelişen olumsuz olayları (çöp bidonundan yiyecek arayan biri, veya bir mesleğe sahip olmayan toplum çocuklarımızı veya Türkiy’de ve Avustralya’da oluşan kötü gelişmeleri) duyarlı bir kişi olarak görmezlikten gelemeyiz. Böyle olumsuz gelişmeler karşısında, kendimize şu soruyu sorabilirz. Bu olumsuz gelişmeleri düzeltmek için ne yapabilirim? Yapılacak olanı hemen yapmalıyız. Eğer hiçbir şey yapamıyorsak vede devamlı bu olumsuz gelişmeleri bilincimizde tekrarlıyorsak, hiç bir çözüm sağlıyamayız. Tam tersi olarak, bu tekrarlar, bir emir gibi kabul edilip bilinçaltımıza yerleşir. Etrafımızda gelişen bütün dış olayları, bilincaltımızda var olan bu olumsuz olayların ışığında değerlendiririz. Bu ise, hayattan zevk almayı ve mutlu olmamızı engeller. Eş, çocuk ve çevremizle iletişim kurarken kırıcı olmamıza ve çevremize mutsuzluk vermemize neden olabilir.

Mutluluğumuzu engelleyen diğer bir olgu ise, çocukluğumuzda edinilen duygusal programlardır. Eğer küçük yaşlarda, devamlı acıyla itilip, kakılıp, küçük görülmüş veya devamlı kükmedilmiş veya arka sıralarda kalmış veya her zaman ne yapmamız gerektiği söylenmiş, bizim fikirlerimize pek değer verilmemiş ise, bu, bizlerde robotvari duygu destekli, her yerde, her zaman üstün olmamız gerektiğine inanılan bir “ben” oluşturmuştur. İşte, kendimizin yarattığı, böyle şartlanmış bir “ben” eş, çocuk ve arkadaş ile sağlıklı bir iletişim kurmamızı engeller. Böylece kendi tuzağımıza kendimiz düşerek, mutluluğumuzu engellemiş oluruz.

Mutluluğumuzu arttırabilmek için, bilinçli varlıklar olark, kim olduğumuzu ve neler yapabilecek güce sahip olduğumuzu iyice anlamak, yaşadığımız gerçek koşulların neler olduğunu anlamak ve kendimiz dahil, bütün insanları koşulsuz olarak sevmeyi öğrenmemiz gerekir. Bu prensipleri de çocuklarımıza öğretebilirsek, onların da yaşantılarında daha mutlu olmalarına yardımcı oluruz.
TANINAN OLANAKLAR VE KULLANIMI (9 Haziran 1995)

Avustralya’da yaşayanlara Avustral’ya Hükümeti ve yan kuruluşları, bir çok olanaklar tanımaktadır. Etnik toplumlara sağlanan ek mali yardımlar da vardır. Bu ek olanakların asıl amacı, yeni bir ülkeye gelenlerin uyum sağlayabilmelerine yardımcı olmaktır. Bu olanakardan bir kaçını sıralayalım. İş bulamayanlara işsizlik parası, ücretsiz sayabileceğimiz sağlık hizmetleri, yine ücretsiz ve sınırsız eğitim ve öğretimm hizmetleri, kendi kültürümüzün yaşatılması ve toplum üyelerinin uyum sağlayabilmmesi konusunda çalışma yapan kuruluşlara grant adı altında verilen mali destekler, yetenek ve meslek geliştirmek ve işe hazırlama konusunda ücretsiz kurslar ve eğitim imkanları, iş kurmak isteyenler için düşük faizler krediler, mali zorluk içinde olan ailelere elektrik, kira ve okul masraflarına yardım, özürlü çocuklar için bakım parası yardımı gibi daha bir çoğunu sıralayabiliriz.

Pekiyi, bizler, bu sunulan olanakları tam olarak kullanabiliyor muyuz? Eğer kullanıyorsak bu yardımları, bu ülkeye uyum sağlamamıza yardımcı oldu mu? Yeteneklerimize neler ekleyebildik, yeni neler öğrenebildik? Çocuklarımıza daha iyi bir gelecek hazırlayabilmek için ne gibi çalışmalar yaptık?

Bilhassa, eğitim ve öğretim henüz parasız iken, yararlanmaya çalışalım. İlerde bu olanaklar, paraı olabilir. Örneğin, bir zamanlar vatandaşlık müracatı ve pasaport alımı ücretsiz idi. Ama bugün, belirli bir para ödenmektedir.

Ayrıca, toplum kuruluşlarımızın düzenlediği Türkçe, İngilizce meslek edinimi kurslarından ve bilgilendirme toplantı ve seminerlerinden de yararlanabiliriz.

Bazı yardımlarımızın düzenlediği Türkçe, İngilizce meslek edinimi kurslarından ve bilgilendirme toplantı ve seminerlerinden de yararlanabiliriz.

Bazı yardımların sürekli kullnılması ise, insanın yeteneklerine yenilerini eklemeleri bir yerde dursun, kendinde var olanların da kaybolmasına neden olabilir. Var olan yetenek kaybolur mu diyeceksiniz. Evet, olur. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Beş çocuklu bir ailede, işsizlik ve çocuk parası gibi yardımlarla eve giren para miktarının, bir kişinin çalışmasıyla kanılan para ile hemen hemen aynı olduğunu düşünelim. Bu kişi çalışmak ister mi? İlk bakışta çalışmak, patallık gibi görünür. Çünkü, çalışsa da çalışmasa da aynı parayı alıyor. Matematik hesaplama olarak bu doğrudur, bir işe girmeye gerek görülmeyebilir. Pekiyi, beş yıl süreyle bu ailded hiç kimsenin çalışmadığını düşünürsek, aile içindeki huzur ve çocukların durumu ne olur?

Bir kere, uzun bir süre işlemeyen vücut ve beyin, aktifliğini kaybeder. Hepimizin bildiği gibi “işlemeyen demir paslanır”.

Diğer bir zararı; uzun bir süre bir iş yapmayan kişide de, bir işe yaramadığı ve faydalı olmadığı şeklinde bir moral çöküntüsü ve yalnızlık duygusu oluşmaya başlar. Bu rahatsızlıklar, diğer aile fertlerini, bilhassa çocukları çok etkiler. Birçok kişi çalıştığı iş çevresenden arkadaş edinirken, çalışmayan kişi, kendini yalnızlık içinde bulur ve kendini karamsarlığa kaptırabilir veya umutsuz hissedebilir. Bu ve buna benzer olumsuz düşünceler, vücuttta daha başka ağrı ve sızılara neden olur. Böyle bir ortamda yetişen çocuklarda, sorumluluk alma ve çalışarak birşeyler becerme isteği kaybolur. Devamlı olarak, kolay ve kısa yollardan sonuca ulaşmanın yollarını ararlar. Ama, genellikle başarılı da olamazlar. Bu başarısızlıklar çevre ve aileden uzaklaşmalarına bile yol açabilir.

Kazanç gibi gözüken, aslında, sonunda kaybedilen başka bir örnek daha verelim. Okul yardım sandığından parasal gücü gerçekten yeterli olmayan çocuklar için kitap, kalem, defter, gezi ve spor giderleri için, yardımlar veriliyor. İlk bakışta, çocuklarımızın okul ihtiyaçını okul yardım sandığından karşılama yoluna gitmek, bir kazanç gibi görünebilir. Ama öyle olmuyor. Çünkü by yardımlar, diğer velilerden toplandığı için, hemen okul açıldığında çocuklara verilemiyor. Diğerlerinin kitap, kalem ve defteri var iken, yardım bekleyen çocuk, bir süre kalemsiz, deftersiz okula gidip geliyor. Bu, doğal olarak, çocuğun başarısını olumsuz yönde etkiliyor. Dönemin sonunda, anne baba olarak oğlum, kızım, neden zayıf oldın, diye sormak doğru mudur? Ayrıca, bu gibi yardımı almak için kuyrukta beklemenin ve arkadaşları arasında ezik düşmenin verdiği sıkıntılar, çocuklarımızın ileri yaşlarda kişilik bozukluklarına veya kendine güvenin yitirilmesine veya her zaman ne söylenirse körü körüne kabullenir bir kişiliğe sahip olmalarına veya her zaman kendilerini başkalarından küçük görmelerine yol açabilir. Bu gibi duygular ise, gençlerimizin başarılarını olumsuz yönde etkiler.
NELER BEKLEDİK, NELER BULDUK? (2 Haziran 1995)

Biz Auvustralya’ya ne için geldik ? İyi bir yaşantı veya kısa zamanda çok ve çabuk para biriktirip tekrar yurda dönmek veya çocuklarımıza daha iyi bir gelecek sağlamak veya buna benzer nedenlerden dolayı bir çoğumuz kilometrelerce uzaklara geldik. Sanırım çok azımız, Kraliçe’nin işsizlik parası ile zor geçinmek için buralara geldi.

Amaçlarına ulaşan kişilerimiz olduğu gibi, ulaşamıyanlarımız da vardır. Eğer ulaşamadıysak, isterseniz kendimize bir kaç, soru soralım. Amaçlarımız ne idi? Bu amaçlara ulaşabilmek için ne gibi çabalar gösterebildik? Ne gibi eksikliklerimiz veya yanlışlarımız olduğunu öğrendik. Bunları giderbilmek için ne gibi çalışmalar ve araştırmalar yaptık? Eğer yeteneklerimiz yeterli değil ise, geliştirmek için etnik toplumlara sağlanan olanaklardan ne dadar yararlanabildik? Çevreye uyum sağlayabilmek ve kendimizi daha çok geliştirmek için neler öğrendik?

Daha önceki sayılarda da belirttiğimiz gibi, insan beyni çok güçlüdür. Yerinde ve doğru hedefleri saptayıp, onun üzerinde yılmadan, usanmadan çalışırsak mutlaka amaçlarımıza ulaşabiliriz. Bunu beynimizin gücü ile başarabiliriz. EVET bu güç kendimizde var, yeterki onu gerektiği gibi kullanabilelim.

Beklentileri gerçekleşmeyen kişi huzursuz, alıngan, suçlayıcı, kırıcı olabilir. Etrafında gelişen olayları daha doğru algılama özelliği azalır. Hataları genellikle en yakınında aramaya çalışır. Hatta farkında olmadan en yakınlarını bile kırabilir. Bunu daha iyi açıklayabilmek için kendimize bir soralım. Bizlerden önce gelop bizim yerleşmemize yarsımcı olmaya çalışan bir aile ile veya yerleşmesine yarsımçi lolmaya çalıştığımız, bizden sonra gelen bir aile ile dostluğumuz hala, ilk sıcaklığı gibi devam ediyor mu? Eğer devam etmiyor ve araya birtakım suçlamalar girmiş ise, burada gerçek suçlu kim? Bu gerçekleşemiyeceğini anladığımız beklentilerimiz olabilir mi? Zaman zaman eşimize veya çocuklarımıza bağırmamızın nedenlerini düşünelim. Bizi sinirlendirdiğini sandığımız ve karşımızdakine bağırmamıza neden olan olay, aslında büyütüldüğü kadar önemli değildir. Bunun asıl nedeni, beynimizde var olan ve bizi yiyip bitiren ve bir türlü sonuca bağlıyamadığımız bir düşünce olabilir. Sinirlenmemize neden gösterdiğimiz olayın benzeri, daha önce de oluşmuş, fakat bizi bu kadar sinirlendirmemiştir. Çünkü o anda iyi bir ruh hali içinde olmuş olabiliriz. Pekiyi, haksız yere çocuklarımıze ve eşlerimizi hırpalamaya değer mi? Bu, onların hakkı mı? Neyin suçunu, kim çekti? Daha değişik bir örnek verelim. {cretinin azlığından dolayı patronuna kızan ve onu cezalandırmak için çürük ev yapan bir ustayı düşünelim. Bu yapılan evi, kendisi gibi zorlukla para biriktiren biri alıyor. Evin çürük yapılmasının cızasını çeken patron mu, yoksa evi alan mı?

Belki de burada yaşayan bizler, zaman zaman sadece bizler ile aynı görüşte olmadıkları için, kendi toplum üyelerimize kızıp, düşüncelerini ve yaptıklarını olumsuz yönde eleştirerek, zaman harçıyor olabiliriz. Eğer öyleyse, bu, bizim buralara geliş amaçarımızdan biri mi idi? Eğer değilse, neden böyle yapmak ihtiyacını hissettik? Acaba, bu da, gerçekleşmeyen beklentilerin acısını en yakınımızdan çıkarma duygusu olabilir mi?

Eğer, diğer toplum üyerimiz de, bizim davrandığımız gibi davranırsa, yazık değil mi bu harcanan zamana ve enerjiye? Eğer beklentilerimiz gerçekleşmediyse, bu beklentiler yanlış olamaz mı? Bu düşünceler, bizde nasıl oluştu? Buralara gelmeden önce Avustralya’dan Türkiye’ye gelenler; yalnız Avustralya’nın güzelliklerini, yani işsizlik parasından, bedava sağlık hizmetinden, her yerin yemyeşil ver tertemiz oluşundan, trafiğin düzenliliğinden ve insanların hep güler yüzlü olduğundan mı bahsetti. Madalyonun öbür yüzünden, yani ne gibi konularda mutsuz olabileceklerinden gerektiği gibi ilgilenmez isek çocuklarımızın, iki kültür arasında zorluk çekeceklerinden hiç mi bahsetmediler? Pekiyi, biz Türkiye’ye gezmeye gittiğimizde, buradan nasıl bahsediyoruz? Madalyonun her iki yüzünden de bahsediyor muyuz? Yoksa, diğerlerinden daha iyi durumda olduğumuzu ispatlayabilmek için, hep güzelliklerini mi anlatıyoruz?
ÇOCUKLARIMIZ İLE İLETİŞİM (12 Mayis ve 19 Mayis 1995)

Kendimizi bir izleyelim. Kendimizde var olan eleştiri, güvensizlik, suçlama, sigara içme ve bu gibi kötü alışkanlıklarımız veya loumlu düşünme, güler yüzlü, hoşgörülü olabilme, girişkenlik ve bu gibi iyi alışkanlıklarımızın temelinde, hep çocukluğumuzda, gerek anne babadan gerek çevreden edindiğimiz öğretimin ve bizlerle kurabildikleri iletişimin büyük payı vardır.

Bunu daha iyi tanımlamak için, izninizle kendimin sigaraya neden başladığımı anlatayım. Bizim eve misafir geldiğinde annem hep misafir için saklananlardan en güzel yemekleri yapardı. Ben ve karkeşlereme de “Ayak altında dolaşıp durmayın misafiri rahat bırakın” diyerek öbür odaya gönderirlerdi. Biz çocuklar kapı aralığından baktığımımzda misafirler, en güzel yemekleri yemişler ve keyifle sigara tüttürüyorlardı. Misafirin bıraktığı o güzelim yemeklerden kalanları da bozler, mutfakta yerdik. Kalanları yerken de kardışlerimizle, bu iyi misafir, şu kötü misafir diye konuşurduk. Bizlere göre; o iyi yemeklerden çok bırakan iyi misafirdi, az bırakanlar ise kötü misafirdi. O zaman çocuk alı ile, algıladığım şu idi. Çünkü, annem en güzel yemekleri, onlar için yapıyordu. Misafirin rahatsız edilmesi istenmiyordu ve sigara ikram ediliyordu. Bu adamlar, çok büyük olmalılardı. Çünkü, annem babam onlara, bozden daha çok değer veriyorlardı. Onun için ben, hele uzak yerden gelen misafirleri hiç sevmezdim. Çünkü onlar bize bir şey getirmiyorlardı ve annemin babamın ilgisini bizlerden alıyorlardı.

Üniversiteye gittiğimde elime para geçer geçmez, o güzelim yemmeklerden bolca yiyordum. Büyüklüğün gereği diye inandığım sigaraya ise, bir türlu alışamıyordum. Her nefes çekişte boğazım çok kötü yanıyordu. Ama buna alışmam gerektiğine, kendimi inandırmıştım. Çünku annem ve babanmın, bizlerden daha çok değer verdiğine inandığım adamla, büyük bir kişi olmalıydılar. Bu büyük adamlar, sigara içiyorlardı. Onun için ben de büyük olduğumu, belki aileme, belki anne babanma, belki çevreme, belki de kendime ispatlamam gerektiğine inanıyordum. Halbuki sigara içmenin, ne derslerime, ne de beslenmeme faydası vardı. Aksine sağlığıma ve cebime çok zararı oluyordu.

Burada belirtmek istediğim; ne misafir, ne de anne ve babamı kötülemektir. Misafirperverlik bizim bir geleneğimizdir. Esas belirtmek istediğim; çocukların, neleri nsaıl algıladıkları ve değerlendirdikleridir. Bizler de misafirlerimize gerekli ilgiyi göstermenin nedenlerini çocuklarımıza anlatabiliriz. Onların geleceklerini etkileyecek kötü alışkanlıklara sahip olmalarını engelleyebiliriz.

İsterseniz sizler de, inandığınız kötü alışkanlıklarınız var ise, bunların nedenlerini çocukluğunuza inerek araştırabilirsiniz. Eğer çocuklarınızen da bu ve buna benzer kötü alışkanlıklara sahip olmasını istemiyorsanız, onlarla iletişim kurarken bazı değişikliklere gidebilirsiniz.

Çocuklarımızın gelecekteki hayatlarının iyi yönde etkilenebilmesi için kendimizde yapabileceğimiz bazı değişiklere değinelim.

. Zaman zaman bir çoğumuzun, öyle veya böyle, başkaları tarafondan kandırıldığımız veya kullanıldığımız olmuştur. Çocuklarımızın kandırılmamaları için, onlara dğer verelim ve bunu onlara iletebilelim. Kendine değer verildiğini bilerek büyüyen çocuk, başkalarının verdiği sahte
değerler ile daha az kandırılabilir
. Kötü alışkanlıklardan uzak tutabilmek için, onlarla açık açık konuşarak, iyilikleri ve kötülükleri neden ve sonuçlarını örneklerle anlatalım. Gelecekteki hayatlarını etkileyecek alışkanlıkları, başkaları ve kendi deneyimleri ile öğrenebilirler.

. Cezalandırmada ve ödüllendirmede, anne baba olarak, aynı yönde hareket etmeliyiz. Örneğin; çocuk, baba kızarken anneye sığınamayacağını bilmelidir. Annenin ve babanın farklı davranması, ebeveynlerden birinin, onu daha az sevdiği duygusunun oluşmasına neden olur.

. Önce tokat vurup, sonra pişmanlık duyarak kucaklamak, onları şaşkınlığa itebilir. Ne gereksiz yere tokat vurmak için, ne de aşırı sevgi göstermemek için kendimizi ayarlayabiliriz,

. Sevinç ve üzüntülerni bizlerle paylaşabilmelerine olanak tanıyabiliriz. Üzüntülerini başkaları ile paylaşmasını öğrenerek yetişen çocuklar, büyüdüklerinde de aynı alışkanlıkları kullanacakları için, kendi sıkıntılarının içinde boğulmazlar. Yalnız kalmaktan kurtulurlar.

. Her fırsatta azarlamak onların korkak ve pısırık veya herşeye boşveren bir kişiliğe sahip olmalarına yol açabilir.

. Başkalarının yanında onları azarlamak, tenkit etmek, eleştirmek, kendilerine olan güvenin yitirilmesine yol açar. Bizler, onların yaşında iken neler yapabiliyorduk?

. Bir alanda başarısız olurlarsa, başka alanlarda başarılı olabilecekleri alanları bulmalarına yardımcı olabiliriz.

. Elimizden geldiği kadarı ile onlara yalan söylememeye çalışabiliriz. Çocuk, zaten söylenenin, yalan veya doğru olduğunu, anında veya daha sonra öğrenecektir. Bozler de böyle öğrenmedik mi? Çocuklara yalan söylemek, anne ve babaya olan güvenin azalmasına yol açar.

. Kendine güvenen ve sevgiye doymuş olarak yetişen çocuk, iş ve eş seçerken daha başarılı olur.

. Çocuklarımızın bir an büyüdüğünü düşünerek, onlardan çok şeyler bekleyerek, onları azarlamaktan vazgeçebiliriz. Örneğin; “Kazık kadar adam oldun, hala ayakkabını doğru dürüst bağlayamıyorsun” demek, sizce ne sağlar. Sadece nefesimizi yorarız ve gereksiz yere çocuğumuzu azarlamış oluruz. Onlar, zaten hep, bir an önce büyümek isterler ve bir takım işleri daha iyi yapabilmek için uğraş gösterirler.

. Onların koşulsuz olarak sevmeyi öğrenebiliriz ve bu sevgimizi her zaman gösterebiliriz. Örneğin; 1-2 yaşındaki bir çocuk, yastığa süt dökünce anne hemen bir tokat mı vuruyor? Tabii ki anne, yatağın kirlenmesini istemez. Çocuğuna olan sevgisi, ona kızmayı engellemiştir. Çocukla olan bütün ilişkilerimizde, bu var olan sevgiyi kullanabiliriz;

. Onların iyi bir gözlemci ve araştırmacı olarak yetişmelerine yardımcı olabiliriz. Çünkü gelecekte ne çeşit bir hayatın onları beklediğini henüz bilmiyoruz. Gözlemci ve arştırmacı bir kişiliğe sahip olan kişi, içinde bulunduğu ortamda mutlu olabilmesini bilir ve işlerini daha kolay yoluna koyar. Örneğin; bu gün bizler, Avustralya’da yaşıyoruz. Eğer bizim anne babalarımız, büyüyünce buralara geleceğimizi bilebilselerdi, mutlaka bizlere, buradaki hayat hakkında bazı bilgileri bulup aktarabilirlerdi. Bizler de neyin, nasıl olduğunu bildiğimiz bir yerde, daha başarılı olurduk. Gelecekte nasıl bir çevrede yaşayacaklarını tam olarak bilmediğinize göre, onların kendine güvenen, iyi bir araştırmacı ve gözlemci olarak yetişmelerine yardımcı olabiliriz.

Daha öncede belirttiğimiz gibi, Avustraya’da yaşayan bizlerin, çocuklarımızla gerektiği gibi ilgilenebilecek bir çok imkanlarımız var. Yok diyenlerimiz var ise, isterlerse yaratabilirler.
ÇOCUKLARIMIZA DAHA ÇOK ZAMAN AYIRABİLİRİZ (5 Mayis 1995)

İlerdeki yıllarda toplumumuzun hakettiği yere gelebilmesi, yetiştireceğimiz sağlıklı bir gençliğe çok bağlıdır. Sağlam vücut, kafa ve kişiliğin temelleri ise; küçük yaşta atılıır.

Nasıl bir evlada sahip olmak isterseniz? Bunlardan birkaçını sıralayalım. Kendi işini kendi becerrebilen, kendine, ailesine ve topluma yararlı olabilen, anne baba, aileye ve topluma bağlı kalabilen, dinini, dilini, anane ve göreneklerini unutmayan, kendine güvenen, kendi hakkını korkmadan arayabilen, kendi ve toplum çıkarlarını her zaman kendine güvenerek savunabilen, içinde yaşadığı ve başarıları ile övünere; her zaman övünç ve gurur duyabilme fırsatı sağlayan bir evlada sahip olmayı hepimiz isteriz. Sizler de by yukarıda sıraladığımız güzel değerlere bir çok daha ekleyebilirsiniz.

Pekiyi, elimizdeki çocuklarımızı bu güzel değerlere sahip olan bir kişi olarak yetiştirebilir miyiz? EVET İSTERSEK YETİŞTİREBİLİRİZ. Ama nasıl? Çocuklarımızla yeteri kadar ilgilenerek bunu başarabiliriz. Onlara iletişim kurarken onların seviyesine inebilmeliyiz, davranış biçimimizi ve kullandığımız sözcükleri onların anlayacağı şekilde ayarlayabilmeliyiz.

Belki de bir kısmımız; benim, çocuklarımla ilgilenecek ne vaktim ne de param var diyebilirsiniz. İnsanın çocukları ile ilgilenebilmesi, onlara sevgi ve şefkatini iletebilmesi için, düşünüldüğü kadar paray ihtiyaç yoktur. Zamana gelince; yaptığımız işin, bir de zaman bütçesi yapabiliriz. Günlük 8 saat uykunun dışında, bir haftada, elimizde tam 112 saat (16 saat X 7 gün = 112 saat) vardır. Bu 112 saatin kaç saatini çocuklarla ilgilenerek, kaç saatini boş olarak harcadık? Eğer çocuklarımıza daha az zaman harcıyorsak, bunu çoğaltamaz mıyız? Belki de bir kısmınız, çocuklarımla ilgileniyorum ama, zaman zaman bildiklerimin yetmediğini görüyorum diyebilirsiniz. O zaman, bu konuda daha çok öğrenebilmek için vakit ayırabiliriz. Ne güzel atasözlerimiz var “bilmemek ayıp değildir, sorup öğrenmemek ayıptır” veya “Sora sora Bağdat bulunur” veya “Sorup öğrenen dağları aşmış, sorup öğrenmiyen düz yolda şaşmış.”

EVET, istersek yapabiliriz. Biz istemediğimiz sürece, kimse bize bir şey yaptıramaz. Ama, çocuklarımıza daha çok vakit ayıracağımıza ve eksik bildikleremizi tamamlamamız gerektiğine, kendimizi inandırsak yaparız. Hepinizin bildiği gibi, azimle çalışan insanoğlunun yapamayacağı hiç bir iş yoktur.
ÇOCUKLARIMIZA GÜVEN AŞILAYABİLİRİZ (28 Nisan 1995)

Kendine güvenen kişinin, başaramıyacağı hiç bir iş yoktur. Kişilerdeki güven ise, genellikle çocuklukta kazanılır. Çocuklar bu güveni, öncelikle anne babadan, daha sonrada çevre ve okulda verilen öğretim ile birlikte verilen eğitimden alırlar.

Türkiye’de yaşayan atmış milyon ile karşılaştırdığımızda, Avustralya’da yaşayan bizler, çocuklara sağlana bilecek imkanlar açısından, çok şanslıyız. Örneğin, Avustralya’da hemen hemen herkez, çocuklarını dengeli besleyebilir. Yani, çocuklarının yiyecek ihtiyacını rahatlıkla karşılayabilir. Ama, dengeli beslenme Türkiye’de, bir çok aile için sorun olabilir. O halde, vücutsal olarak besleğiniz çocuklarımıza, beyinsel olarakda kendine güven gibi, olumlu değerler verebilirsek, onların ilerdeki yaşamlarında daha başarılı olmalarına yardımcı olabiliriz.

Belkide zaman zaman bir çocuğumuz “Bende bir iş kurayım, parasal sorumlarımı çözeyim.” gibisinden kendi kendimize defalarca düşünmüş olabiliriz. Fakat, nedense bir türlü başlayamamış olabiliriz. Çünkü aklımıza bir çok sorular gelmiş olabilir. Örneğin; “Ya başaramazsam, el alem neder? Bir ailem, çocuklarım var, onların geleceklarini tehlikeye atmak istemiyorum. Veya elimde yeterli sermaye yok.” İşte bu ve buna benzer soruların nedenlerinden biride kendimize yeterince güvenememem duygusu olabilir.

Eğer, çocuklarımızı, yeterli kendine güven duyguları ile, yetiştirdiğimize inanmıyorsak, çocuklarımızla olan iletişimlerimizde bazı davranışlarımızı değiştirebilir veya yeniliye biliriz.

Genelde, yedi yaşına kadar çocuklar, aileden ve çevreden aldıkları ile kişiliklerinin temelini ve çatısını kurarlar. Yedi yaşından sonrada hepimizin gözlediği gibi, kendilerinde var olduğunu hissettirebilecek bazı davranışlar içine girebilirler. Örneğin; “ Bunu ben böyle istiyorum, veya buna böyle karar verdim”. diyerek varlıklarını çevredekilere isbatlamaya çalışırlar. İşte böyle durumlarda, anne baba olarak bizim, onların yaptıkları ile alay etmemiz, doğrusunu göstermeden yaptıklarını eleştirmemiz; çocuklarımızın kendilerine olan ve kazanmaya çalıştıkları “Kendine güven duygusunun” kırılmasına neden olur.

Onların kendilerine olan güven duyguların kırılmak yerine, doğru ve olumlu yaptıkları için, “AFERIN SANA, SANA İNANIYORUM, SANA GÜVENİYORUM, YAPACAĞINI BİLİYORDUM” gibisinden teşvik edici sözler kullanabiliriz ve arkalarını sıvatlıyabiliriz. Olumsuz yaptıkları için ise, neden göstererek doğrularını anlatabiliriz. Doğruları anlatmadan, olumsuz yapılanları eleştirmemiz, çocuklarımızı şaşkınlığa itebilir. Çocuklarımıze takdir ederken veya eleştirirken, zaman zaman yüreğimizin sesini kinleyebilirsek, onlarla iletişim kurmamuz daha kolay olur. Çünkü, yüreğimizin sesini kinleyerek konuştuğumuzda, genellikle sevgi ve şefkat dolu şeyler çıkar. Küçük yaştaki çocuklara sevgi ve şefkat ile hitap edilince, daha çabuk anlarlar. Bu da çocuklarımızın biz anne babalara ve aileye bağlılığını arttırır.

Bir çok anne baba, çocuklarını çok yaramaz olduklarından şikayet ederler. Acaba, böyle yetişen çocuklara gerekli imkanlar tanınsa, büyüdüklerinde nasıl bir kişi olurlar? Bazı anne babalarımız da “Benin çocuğum kuzu gibi, hiç anne ve babasının dediğinden çıkmaz, hep dizimin dibinde oturur.” derler. Acaba böyle bir çocuk büyüduğünde , kendinin rahatlikla karar verebileceği konularda da hep başkalarının sözünü dinleyerek mi yaşantısını sürdürecek?

Gençler için “Gençlik problemleri ve motivasyon” konularının işleneceği ve ayrıca “Aile içinde iletişim” konularının işleneceği , iki ayrı seminer düzenlenmiştir.
ÇOCUKLAR EN İYİ AYNADIR (21 Nisan 1995)

Çocuklar, bilinç düzeyimizin en duyarlı aynalarıdır. Çevrelerinde huzurlu, sevgi dolu ve güler yüzlü insanlar olduğunda, çoğu zaman sıcak ve akıcı bir hava yansıtır. Bunun yanında, başkalarını yönetmeye ve yönlendirmeye alışmış insanlarla birlikte olduklarında ise, bu gerginliği ve huzursuzluğu derhal yansıtırlar. Çocuklar, çevreden aldıkları bu duygular ile karakterlerini oluştururlar. Bu oluşturulan karakter ise, onların gelecekteki hayatlarının yönünü saptar.

Etrafımızda gelişen olayları değerlendirme düzeyimiz (bilinç düzeyimiz) bu dünyadaki yaşantımızı belirler. Korkular ve endişeler dünyasında yaşıyorsak, çevreemize bilinç düzeyi düıük insanları çekeriz. Sürekli beraber olduğumuz çocuk ise, etrafında gelişen düşük bilinç düzeyinden etkilenir. Çocuğa tepkilerimiz; sürekli sevgi dolu ve düşünceli olursa ve onu da bir birey olarak kabul ederek davranırsak, çocuklarımızın da yüksek bilinç düzeyinde yetişmesini sağlamış oluruz.

Kafamız, çocuğumuzu yaratır. Eğer çocuğumuzu beceriksiz olarak görüyorsak, beceriksiz bir kişi yetiştiririz. Eğer çocuğumuzu kendimize göre önemli olan faaliyetlerimize bir engel olarak görüyorsak, kesinlikle bu tip bir kişi yetiştiririz. Çocuk, etrafında gelişen gerçek duygu ve titreşimleri çok iyi yakalar. Çocuğu algınlamakta gösterdiğimiz yöntem, çocuk tarafından, eksiksiz olarak toplanır ve ilerde bize göstereceği davranış biçimlerini oluşturur. Bununla ilgili olarak başımdan geçen bir olayı anlatayım. İki yaşındaki çocuğumu parka götürmüştüm. Parkta başka kimse olmadığı için, benim çocuk, 7-8 yaşlarında bir kız çocuğunun yanına gitti. Ama kız, başka taraflara gidiyordu. Benim çocuk ta onun peşinden gidiyordu. Beraber oynayabileceklerini söylediğimde küçük kız bana “I hate kids (Çocuklardan nefret ederim)” demişti. Aklım almamıştı, nasıl olur da 7-8 yaşındaki bir çocuk, çocuklardan nefret edebilirdi? Pekiyi bu çocuk, bunu nereden öğrenmiş idi?

“Bin defa söyledim.... senin derdin ne?.... Adam gibi dinlemeyi öğrensene...Senin kadar sersemi görmedim...Son kez söylüyorum bunu dosdoğru yap... Bir daha sütü kökersen köşede bir saat bekletirim... gibi, duygusal isteklerle çocuklara hükmetmeye çalışma, onları sorumlu tutma, utandırma, itham etme, küçük düşürme, alay etme, tehdit etme, etiketlendirme, çocukların kendine güven ve azim duygularının gelişmesini engeller. Kendinin sevilmediğine inanan çocuk, büyüdüğünde, kimseyi sevemez. Kendine inanılmadığı duyguları ile yetişen çocuk, yetişkinliğinde hep şüpheci olur. “Sen bir yalancısın, kimse sana güvenemez” yerine “Sözlerine güvenmemek hoşuma gitmiyor, seninle birlikte çalışmamız zor oluyor” diyebilirsiniz.

Daha önceki sayılarda da belirttiğimiz gibi, çocukların bilinaltı belleği doğuşta boştur. Biz, anne baba olarak, onlara verdiğimiz ve çocuğun etrafında gelişen olaylardan topladıkları bilgiler ile bilgi dağarcıklarını doldururlar. Bu bilgilerin durumuna göre hırçın, sinirli, devamlı eleştiren, devamlı hata arayan, her konuda yalnız kendinin en iyi bildiğini gösteren, bencil, iyiliksever biri gibi bir insan yetiştirebiliriz. Çevremizde gördüğümüz değişik karakterdeki kişiler, hep çocukluğunda aldığı bilgilerin bir yansımasıdır. Örneğin, Bir kişi, daha okuma yazma öğrenmeden, bir takım sözleri öğrenmiş olabilir. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın. Gemisini yürüten kaptan. Köşeyi dönmek. Falancayı nasıl kazıklarım” gibi. Tabiiki bu tür sözler ile büyüyen bir çocuklarımıza daha değişik sözler de öğretebiliriz. Örneğin; Herkes evinin önünü süpürürse, sokaklar tertemiz olur. Bir elin nesi var, iki elin sesi var. İğneyi kendine batır, çuvaldızı başkasına. Sana yapılmasını istemediğini sende başkasına yapma. Olaylara olumlu bakmayı öğren. Sevgini ve güler yüzünü esirgeme. Memnuniyetini belirtmek için teşekkür etmeyi unutma. Her olayın ve kişinin güzel tarafını görmeye çalış. Çalış ve başarılarınla öğün. İşleyen demir ışıldar.”

Herkesin her düzeyde, savaşsız, yanlış anlama ve ikilikten uzak yaşadığı, bir dünya yaratılması; çocuklarımızı, yoğun güvenlik, duygu ve sevgi bağımlılıklarını geliştirmeleri için eğitmekten geçer. Dünya sorunlarından hükümetleri, başkanları, yöneticileri sorumlu tutmak kolyadır. Bu, yalnızca bir kaçış yoludur. Tüm bu kuruluşlar bizleriz, oradaki yöneticileri başka yerlerden ithal etmedik, onları biz yetiştirdik ve biz seçtik. Yenilerini seçsek, onların da önceki sorumlu tuttuğumuz kişiler ve kuruluşlar gibi olmayacağının garantisi nerede?

Yaşadığımız dünyayı iyiye doğru değiştirmenin kalıcı ve tek yolu, bilinç düzeyimizi değiştirmektir. Bunu yapmak için de sahibi olduğumuz kötü alışkanlıkları, yeni ve iyileri ile değiştirmemiz ve kendimizi yenilememiz gerekir. Kendimizi yenileyebilmenin en iyi yollarından biri, çocuklar ile iletişim kurmaktır. Kendi kötü bağımlılıklarımızı görebilmemiz için, çocukların sağladığı aynadan yararlanabiliriz.

23 Nisan Çock Bayramı bütün çocuklarımıza ve toplumumuza kutlu olsun.

Haftaya görüşmek dileğiyle.
Saygılarımla.

KAYNAK:

Handbook of Higher Consiousness - Ken Keyes Jr.
SEVGİ VE ŞEVKATİ İLETEBİLME (24 Mart ve 31 Mart 1995)

Dünya da sevgi ve şefkate ihtiyacı olmayan hiç bir insan yoktur. Beklediği sevgi ve şefkati bulan kişi, aile ve iş hayatında daha başarılı olur ve diğer kişiler ile daha sağlıklı bir iletişim ve kaynaşma içinde olur.

Bizim başkalarına verebileceğimiz sevgi ve şefkat, yüreğimizde vardır. Verebildiğimiz sürece, daha da çoğalır. Bu içimizde var olan sevgi ve şefkati, başkalarına verebilmek için gece gündüz çalışmamıza veya geceleri uykusuz kalmamıza veya para harcamamıza gerek yoktur. Ama nedense, karşımızdakileri mutlu kılabilecek bu verme işini, bazen ihmal ederiz. Bu ihmalin nedenleri, beynimizde daha önceden programladığımız değerler veya bağımlılıklar veya alıskanlıklar veya gereğine inanmamak veya vakit bulamayışımız gibi bir sürü nedenlerdir.

Yaşlı birine göstereceğimiz sevgi, saygı ve şefkat, onları mutlu yapar. Birilerinin mutlu olduğunu görmek, sizi sevindirmez mi? Diğer taraftan sevgi, saygı ve şefkat ile, yaşlı anne babalarımızın gönlünü almak, onları mutlu etmek evlattan bekledikleri en güzel bir davranıştır.

Ağır çalışma koşulları ve yorgunluktan dolayı bazen, eşlerimize beslediğimiz sevgi ve şefkati de gerektiği gibi gösteremeyiz. Eşlerimize sevgi ve şefkatimizi iletebilemiz, aile bağlarının daha sağlam olmasına yardımcı olur. Belki de birçoğumuz, yorgun günün sonunda, akşam bir araya geldiğimizde, kendimizi birer yargıç gibi görüp, karşı tarafı sorgulayarak konuşmaya başlarız. Örneğin “Bugün Ali’ye telefon ettin mi?, Doktordan randevu aldin mı?, Faturaları yatırdın mı? Verdiğim siparişleri aldın mı? “Bu gibi sorularla söze başlamak yerine, daha değişik sözcükler kullanarak da söze başlayabiliriz. Örneğin “Bu günün nasıl geçti? Ne güzel bir gün idi” Hele birinci grupta belirttiğimiz yargılama sorularını, akşam yemeğinden önce yapıyor isek; aç karınına insan, sinirli olduğu için sorularını da düzgün soramaz, cevabını da gerektiği gibi veremez. Sonuçta, birbirimize olan sevgi ve şevkatimizi göstereceğimiz yerde, tartışma ve kavga başlayabilir. Bir arkadaşım, “Biz, akşam evde toplandığımızda, yemekten önce katiyen ciddi konuları açmayız. Aç olduğumuz için sinirli oluyoruz ve gereksiz yere birbiriizi kırıyoruz” demişti. Gerçekten doğru. Ben de denedim, kötü yönde çalışıyor. Aynı ciddi konuları yemeğimizi yedikten sonra, tok karnına tartıştığımızda ise, gülerek ve espriler yaparak sonuca bağladığımız olmuştur.

Doğal olarak her günümüz, beklentilerimiz doğrultusunda gelişmeyebilir. Beklenmedik sıkıntılarımız olabilir. Sinirlendiğimiz konular olabilir. Ama bu sinirliliğin acısını, hiç hir suçu olmayan eşlerimizden çıkarmaya çalışmak, onlara sevgi ve şefkatimizi iletebilmemizi engeller.

Böyle bir durumu, çoğumuzun bildiği eski bir öyku ile açıklayalım. “Adam, işyerinde, patronundan fırça yer, eve gelir, karısı ile kavga eder, sinirlenen anne, kendinden su isteyen çocuğuna ayak altında dolaşıp durma, git başımdan’ diyerek poposuna bir şapıldak indirir, suçsuz yere dayak yiyen çocuk ise, kendi halinde köşede duran sadece süt için miyavlayan kediye bir tekme atar. Burada annenin suçu ne idi? Pekiyi, sadece su isteyen çocuğun ne suçu vardı? Ya kedinin suçu ne idi? Böyle durumlarda huzursuzluğumuzu kontrol ederek, eşlerimizi ve çocuklarımızı gereksiz yere cezalandırmamıza gerek olmiyabilir.

İsterseniz, şimdi de olumlu yönde gelişen başka bir olayın diyaloğuna bakalım. “Adam iş yerinde terfi alır, eve gelir, karısını öper, onu kucaklar, mutlu olan anne, kendisinden su isteyen çocuğuna, onu kucaklayarak suyunu verir, sevgi ve şefkatle dolan çocuk ise aç olan kediye süt verir.

Ya anne, baba olarak, çocuklarımıza gösterebileceğimiz sevgi ve şefkat nerde?

(Bu bölüme haftaya devam edeceğiz).

Haftaya görüşmek dileğiyle, saygılarımla.

SEVGİ VE ŞEVKATİ İLETEBİLME

(Geçen Haftadan Devam)


Geçen hafta eşlerimize yeteri kadar sevgi ve şefkatimizi iletebilenin faydalarına kısaca değinmiştik. Hepimiz geriye doğru bir düşünelim. Evlendiğimiz günü düşünelim, elimizde bugünkü varlığımız olmamasına rağmen, o zaman birbirimize verdiğimiz sözleri hatırlayalım. Sağlıkta ve hastalıkta birbirimize olan sevgi ve şefkatimizi yitirmeyeceğimizi veya bu gibi sözler vermiş olabiliriz. Allah hiç kimsenin başına vermesin, ama eşimizi kaybettiğimiz zaman, arkasından dökeceğimiz göz yaşları, onları geri getiremez. Böyle üzücü durumlarda eşlerimize olan sevgi ve şefkatimizi, bir çoğumuz arkasından ağlayarak dile getiririz. Bu sevgi ve saygıyı, onlar yanımızda iken iletebilirsek, bizlerle daha uzun süre olabilirler.

Bizlerin yetiştiği kural, göreneklerimiz ve kültürümüz çok güzeldir. Ama bugün yabancı bir ülkede yaşantımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Aile dışında çocuklarımızın alacağı kültür, bizim alıştığımızdan bazı konularda çok farkı. Örneğin; bugün 16 yaşına basan birini, hükümet reşit sayarak, işsizlik parası ödemeye başlıyor ve istersen sen kendi hayatını kurabilirsin diyor. Bana göre 16 yaş, bir kişinin kendi hayatını kurabilmesi için cok erkendir. Fakat, 16 yaşına gelen birini, yasal olarak evde tutamazsınız. Bunun bir örneğini geçen günlerde televizyonda gördüm. 17 yaşında Avustralya’lı bir kızın 43 yaşında bir erkekle beraber yaşamaya başlamasına, kızın annesi ve babası itiraz etmişlerdi ve mahkemelik olmuşlardı. Fakat, kızın anne ve babası kazanamamıştı.

Halbuki bizim kültürümüzde çocuklar, evleninceye kadar anne ve babasının yanında kalır. Şartlar böyle olunca çocuklarımızı eve bağlayacak en önemli şey, biz anne ve babaların göstereceği sevgi ve şefkattir. Genelde bu ülkede, evden ayrılan çocuklar, dışarıda daha rahat bir hayat bulacakları için evden ayrılmazlar. Bir arkadaşının ona gösterdiği sevgi ve şefkat, bizimkinden daha kuvvetli oluş olabilir. Evde aradığı sevgi ve şefkati bulammayan çocuklar, bir kurtuluş olarak, dışarı yasantısını seçer. Tabii ki çocuklarımızın belirli bir yaştan veya evlendikten sonra, kendi hayatlarını yaşamaları gerekmektedir. Ama genç yaşta evden ayrılan birinin, başkaları tarfından kandırılması daha kolay olur. Eğer sonuç kötüyse, bu, anne baba olarak veya toplum olarak hepimizi üzer.

Belki de Türkiye’de paramız yoktu fakat, çocuklarımıza vereceğimiz sevgi ve şefkat boldu. Burada paranın peşinde koşmakla, içimizde olan ve çocuklarımızın beklediği sevgi ve şefkati verememiş olabiliriz.

Aile içinde sevgi ve şefkati bulan bir çocuğumuzu, başkaları, kendi çıkarları için, daha zor kandırır. Çünkü sevgi ve şefkate doyan bir kişi, hayata atıldığı zaman, sevgi ve şefkatin peşinden koşmayacaktır. Beynini ve düşüncelerini, hayatını daha iyileştirebilmek için harcayacaktır.

Hepimizin bildiği gibi, mutlu ve başarılı olabilmek için, yeterli beslenme ile sağlam bir vucut, yeterli bilgi ve beceri ile donatılmış bir beyin ve kendine güven, sevgi ve şefkat duygularına doymuş bir kisilige sahip olmak gerekir.

Bu ülkede yaşayan herkesin, yiyecek ile bir sorunu olmayabilir. İsteyen herkes, yeterli çalısmaları yaparak, bilgi ve becerilerini de artırabilir. Sevgi ve şefkate gelince, bu da aile içinde verilebilir. Sevgi ve şefkat ile yetişen biri, hayatta kolay kolay yenilmez. Tıpkı kökleri derine giden bir ağacın, bir çok fırtınaya dayandığı gibi. Eğer bir işimiz yok ve vaktimizin bir kısmını “O ne dedi?” “Bu ne dedi?”, “O neden bana böyle davrandı?”, “O neden beni eleştirdi?” gibi sorularla vaktimizi harcıyorsak, bu vakit ve enerjimize yazık değil mi?” Bu vaktimizi, içimizde var olan servgi ve şefkatimizi çocuklarımıza göstermek için harcayamaz mıyız?.

Belki evin borcunu ödemek, daha çok kazanmak, çocuklarımıza daha çok maddi varlık bırakmak için çok çalışmak zorunda olabiliriz. Bütün bunlara rağmen, çocuklarımıza sevgi ve şefkat göstermeye vakit ayırabilmemiz gerekir. “Çocuğum, sen şimdi biraz büyüme, ben şu borçlarımı ödeyeyim, şunları da alayım, biliyorsun ki bunları senin için yapıyorum. 5 veya 10 yıl sonra seninle ilgileneceğim, sana o zaman bol bol sevgi ve şevkat göstereceğim, yeter ki sen on zamana kadar büyüme” diyebilirmisiniz? Tabii ki hayır. Tıpkı kendi kendine akan suyun yolunu bulduğu gibi, onlarda büyürler ve kendi karakterlerini oluştururlar. Zamanını geçirmeden onlara ayıracak biraz vakit bulup onlara sevgi ve şefkatimizi iletebilip, onları yönlendirirsek, bizim menfaatimize olur.

Kendi başımdan geçen bir olayı anlatayım. Geçen sene 3 hafta boyunca, kurs, ders, uzun saatli çalışma, hafta sonu misafir, düğün, mevlüt derken, hemen hemen çocukla hiç ilgilenemiştik. 4 hafta sonra okulda neler olup bittiğini sorduğumda, pek anlatmak istemedi. Bu 4 haftalık sürede, altına üstüne bakmmıştık, karnını doyurmuştuk ve okula gittiğinde cebine harçlık da koymuştuk ama, ne ben, ne de annesi, onu karşımıza alıp da konuşup, istek ve düşünceleri ile pek ilgilenememiştik. Sonradan öğrendiğimde; verdiğimiz cep harçlığı ile okulda arkadaşlarına içecek alıyormuş. Çocuk, arkadaşlarının kontrolüne girmişti. Bir gün bana “Baba ben tatu yaptıracağım, çünkü David’de var” demişti. “Oğlum ben sevmiyorum, onlar bize göre şeyler değil. Hem sen niye benim verdiğim para ile arkadaşlarına içecek alıyorsun” diye sorduğumda “Siz beni sevmiyorsunuz, siz hep arkadaşlarınızla ilgileniyorsunuz. Fakat David beni seviyor. Onun için tatu yaptırmak istiyorum ve o istediği zaman içecek alıyorum” dedi. Çok şükür zamanında farkına vardık. Benim çocuğum, benden ve annesinden bulamadığı sevgi ve şefkati başkalarından bulmuş ve onların konrolü altına girmiş.

Bir yazar şöyle diyor. “İnsan üç kuşak sonra başladığı yere döner”. Bu ne demektir. Çocukluğu parasızlıkla geçen bir baba, bütün ağırlığı para kazanmaya verir. Çocuklarına sevgi ve şefkati gösterecek zamanı olmaz. Çocuklarını varlık içinde büyütür. Ama çocuklar, parasızlık çekmedikleri için, paranın değerini anlamazlar, özledikleri ise, aileden bulamadıkları ilgi, sevgi ve şefkattir. Bu çocuk, babasının kendine bıraktığı parasal varlığı kullanamaz, çünkü onun için önemli değildir. Anne – babalari tarafindan kendilerine birakilan parasal varliklari aferin alabilme ugruna har vurp savururlar. Hep küçüklüğünde bulmadığı sevgi ve şefkatin peşinde koşarlar. Ellerinde paraları kalmadığı için, çocukları da parasal olarak sıkıntı içinde büyürler, fakat onlara sevgi ve şefkatini iletebilmeyi ihmal etmez. Evet, fakir babanın zengin çocuğu olmuş. Bu zengin çocuk, baba olunca, çocukları fakir olmuştur. Burada anlatılan yalnız bir varsayım. Fakat olması da mümkündür.

Günümüz koşullarında ve gelecekte ilişkilerin çoğu, insanların birbirlerini kullanabilme yeteneğine bağlı olarak gelişmektedir. Çocukluğunda sevgi ve şefkat yetersizliği ile büyüyen çocuklarımız, kendi hayatlarında çoğunlukla sevgi ve şefkatin peşinde koşacakları için, başkaları onları rahatlıkla kullanabilir. Siz anne ve baba olarak, istermisiniz çocuklarınız başkaları tarafından kullanılsın? Mutlaka cevabınız hayırdır. Öyleyse, işimizi gücümüzü aksatmadan onlara vakit ayıralım, onlara sevgi ve şefkatimizi iletebilelim. Eğer şu anda Türk toplumunun burada hakettiği yere gelemediğini düşünenlerimiz varsa, çocuklarına gerekli servgi ve şefkati göstermelidirler. Çünkü, ilerde toplumumuzu hakettiği yere getirecek olanlardır.

Haftaya görüşmek dileğiyle, saygılarımla.

KAYNAK:

Creating Love - John Bradshow
HOŞGÖRŰ ( 7 Nisan 1995)

Daha önceki sayilamizda da belirtiğimiz gibi, Türkiye’nin önerisi ile 1995 yılı BM tarafından “Hoşgörü Yılı” ilan edildi. Avustralya’da yaşayan bizler de karşılıklı olarak hatalarımızı hoşgörüyle karşılayabilirsek, toplum olarak birbirimize kaynaşmamız daha çok sağlanır. Ayrıca, olaylara ve kişilere hoşgörüyle bakma alışkanlığımızı geliştirebilirsek, daha az sinirleniriz, kendimize ve çevremize huzur sağlarız. Bu gibi olumlu davranışlar, yetişen çocuklarımıza da örnek olur. Onlar da birbirlerini daha çok sevmeye alışırlar ve önemli günlerde daha çok bir araya gelebilirler. Örneğin, dünyada ilk defa çocuk bayramı, bizim ülkemizde ilan edilmiştir. Űmit ederim, biz yetişkin kişiler karşılıklı olarak birbirimizi affedip çocuklarımıza ait olan 23 Nisan Çocuk Bayramı’nı birlikte kutlayabilmek, daha çok katılın sağlar. Bundan da hepimiz memenun oluruz.

Hepimiz Anadolu’dan kalkıp bu uzak ülkeye gelmiş bulunuyoruz ve yaşam mücadelesi veriyoruz. Tabiiki bu kolay olmayan bir iş, fakat bunları başardık. Ev, araba, iş sahibi olduk. Ulkemizde bulamadığımız imkanları burada bulduk. Geleceğe ümitle bakan çocuklar yetiştiriyoruz. Bir çoğumuz, belki de bir valiz ve birkaç dolarla buraya geldik. Bugün, toplum olarak geldiğimiz nokta, küçümsenecek gibi değil. Bunu bizler, içimizde olan azim ve “kendimize güven” ile gerçekleştirdik. Dini, dili, kültürü farklı bir ülkede, kendi adet ve göreneklerimizi kaybetmeden tutunacak bir yer bulduk. Bu bizim yaptığımızı, kaç tane Avustralya’lı yapabilir? Tabii ki çok azı yapabilir. Bu, bizlerde var olan yetenegin bir ifadesider. Bütün bunlar gösteriyorki bizler, zeki ve çalışkan kişileriz.

Bu ülkeye göçmen olarak gelen herkesin üzerinde, burada yetişip büyüyenlerden çok daha fazla baskı vardır. Bu baskılar; dil, kültür, çevre farklılığı, ana yurdundan, anne baba ve akrabalardan uzak olanın verdiği sıkıntılar veya beklentilerimizin gerçekleşımemesi, etrafımızda gelişen olayların bir parcası olamama, dilimiz yetmediği gibi, takip edemememiz gibi nedenler olabilir. Bütün bu baskılara rağmen, toplum olarak geldiğimiz nokta küçüsenemez.

Űzerimizdeki bu baskılar, doğal olarak bizlere bir takımm sıkıntılar verecektir. Bu sıkıntılarımız, zaman zaman diğer toplum faaliyetlerine yansıyacaktır. İnsan, sıkıntılarının acısını en yakınından çıkarmaya çalışır. Çünkü, onun anlayacağına inanır. Tıpkı, işinde sıkıntısı olan birinin, acısını diğer aile fertlerinden çıkardığı gibi.

Aslında, zaman zaman diğerlerini eleştirirken, kötü niyetimiz yoktur. Ama, karşımızdaki de sıkıntı içinde ise, işte o zaman gerginlik başlayabilir. Hemen kalkanlarımızı hazırlayıp savunmaya geçeriz. Daha sonra da karşı atağa hazırlanırız.

Hepimizin bildiği gibi bu tatsız suçlamalar, hiç bir gruba fayda sağlamaz. Sadece enerjimizin ve vaktimizin boş geçmesine neden olur. Halbuki, olaylara ve karşı fikirlere hoşgörü, anlayış ve soğukkanlı olarak yaklaşabilirsek, hem kendimizi sinirlendirmeyiz, hem de karşımızdakileri. Yazık değil mi, beynimize ve vucudumuza verdiğimiz sıkentılara? Onlara eziyet çektiriyoruz? Bu tatsız olaylar için harcayacağımız enerji ve vaktimizi, etrafta neler olup bittiğine ayırabilir, daha faydalı alanlarda kullanabiliriz. Örneğin; Sovyet Blokunun dağılmasından sonra Amerika’daki bir çok silah fabrikası, iflas etmemek için dünya’nın değişik yerlerinde çatışmalar başlatıyorlar veya uzaydan Avustralya’nın fotoğrafını çekerek, tahmini ne kadar buğday üretilebileceğini saptıyorlar ve üretimin durumuna göre, Avustralya’nın pazarını engellemek için, buğday fiyatlarına devlet desteği veriyorlar veya vermiyorlar. Etrafımızda neler olup bittiğini öğrenir ve anlarsak, kendimizi gelecekteki tehlikelerden daha çok koruyabiliriz.

Genelde herkes, aynı fikirde olmaz. Eğer burada, 80 bin toplum üyemiz var ise, 80 bin de değişik fikir vardır. Herkesin bir veya bakışı ve değerlendirmesi, değerlerlerinden farklıdır. Bunu kabul edersek, başkalarına, karşı fikirde diye sinirlenecek bir olay bulamayız. Suçlama ve elestiriyle vaktimizi harcamayız. Karşımızdakiler de aynı şekilde düşünürlerse, düşünce ve olumlu yönde harcayan kişilerin sayıse artmış olur. Bu da toplumumuzu olumlu yönde ilerletecek gelişmelerin, sayısının artmasını sağlar. Hepimizin bildiği gibi “Bir elin nesi var, iki elin sesi var”.

Birbirmize daha çok yaklaşabilmek ve hoşgörü alışkanlığımızı geliştirebilmek için, kendimize bir takım sorular sorabiliriz. Örneğin;
1. Dili, kültürü yabancı Avustralya’lı ile el şıkışıp aynı masada oturabiliyorsak, neden bunu, aynı dili konuşan, aynı kültüre sahip, yalnızca karşı fikirde diye, kendi toplum üyelerimizle yapamıyoruz?

2. Hiç te sevediğimiz biriyle, batan gemiden kurtulan yanlız iki kişi olsak ve okyanusta bir salın üzerinde bulunsak, karaya çıkmak için birlikte çalışır mıyız?

3. Bizim için önemli bir toplantıya gideceğimizde, sevmediğimiz ve karşı fikirde olan birinin de geleceğini öğrensek, o toplantıya gitmekten vazgeçer miyiz?

4. Fikrimizi, haklılığımızı ve üstünlüğümüzü kabul ettirebilmek için yaptığımız kıyasıya tartışmaların sonunda, gerçekten üstünlüğümüz kabul edilmiş olur mu veya daha önce bildiklerimizden daha çok mu öğrenmiş oluruz?

5. Lotodan bir milyon çıksa, daha önce yaptığımız hararetli tartışmaları hala yaparmıyız?

6. Parasal sorunlarını çözmüş iki kişinin “sen haksızsın, ben haklıyım” diye tartıştığını, kaç defa gördük?

Haftaya görüşmek dileğiyle saygılarımla.

KAYNAK:

Success through a positive mental attitude “ by Napoleon Hill and WC Stone
ÇOK SESLİLİĞE ALIŞMAK (4 Agustoz 1995)

Yıllar önce insanlar müzik ihtiyaçlarını gidermek için davul veya keman veya flüt gibi bir tek çalgı aleti kullanıyorlardı. Ama bugün, hemen hepimiz, tek tek müzik aletlerinin bir araya gelmesi ile oluşan bir orkestranın çaldığı müziği zevkle dinliyoruz ve buna alıştık artık. Bir orkestradaki her bir müzik aleti diğerlerinden çok farklı ses vermesine rağmen, bu aletler, belirli bir sırada ve uyum içinde birbirlerinin eksikliklerini gidererek çalındığından zevkle dinleyebileceğimiz çok güzel müzikler ortaya çıkmaktadır. Müzik yarışmalarına bu müzik aletleri, tek olarak katılmamaktadır. Yarışmalara, hepsinin birlikte kullanıldığı orkestra katılmaktadır. En uyumlu çalabilen orkestralar ise, genellikle yarışmayı kazananlar arasındadır.

Düşüncelerdeki gelişim de tıpkı orkestranın gelişimi gibi olmuştur diyebiliriz. Yıllar önce toplumlar kırallıklarla idare ediliyordu. O dönemlerde kral ne derse uygulamak zorunlu idi. İnsanların geliştiridikleri düşüncelerin ve fikirlerin hiç önemi yok idi. Ama, zamanla toplumlar düşünce konusunda da kendilerini yenilemişler, artık toplumlar, cumhuriyet ile yönetilir olmuşlar. Bir tek düşünce yerine artık, birden çok düşünce ve fikirlere yer verilmeye ve bu farklı fikirleri işlemeye başlamışlar. Bu, birden çok farklı fikirler işlenerek, fazlalıkları budanarak ve eksiklikleri giderilerek, toplumlar, kendi menfaatlerini düşünecek şekilde birlikte hareket eder olmuşlar. Farklı düşünce ve fikirlerde olmak kadar güzel bir şey yoktur, ama bunları değerlendirip, bir arada işleyebilen toplumlar hep kzanmışlardır. Bu, bir arada değerlendirmeyi yapmayan toplumlar ise, hep yapabilenlerin güdümünden kurtulamamışlardır.

Burada yaşayan bizim toplumumuzun da, çok farklı fikirlerde olması çok güzel birşeylerdir. Toplum menfaatlerimizi düşünerek bu farklı fikirleri bir arada işleyebilmeyi tam olarak yapabiliyor muyuz? İsterseniz bunu bir örnekle incelemeye çalışalım. Diyelim ki, toplumumuzun çoğunlukta olduğu bir bölgeden bizi temsil edecek birini seçmemiz gerekiyor. Değişik fikir gruplarından ö ayrı adayın, seçilebilmek için başvuruda bulundiğunu düşünelim. Eğer, toplam seçmen sayısı, ancak bir aday çıkaracak kadar ise, herkes kendi adayının seçilemeyecektir. Şimdi burada, kendimize bir soralım. Toplumu temsil etmek için, hiç bir adayın seçilmesi mi daha iyi? Eğer hiç kimseyi seçemediysek, bizim toplumumuz, başka seçilenlerin koyduğu kanun ve kuralların ancak uygulayıcısı olmaya devam edecektir.

İstersek burada yaşayan bizler, farklı fikir guruplarını işlemeyi benimseyebiliriz. Unutmayalım ki davul, keman veya flüt kendi başlarına orkestra oluşturamaz. Orkestra da uyum içinde şalındığında, bu ayrı ayrı çalgı aletlerinin değeri, daha çok anlaşılmaktadır.

Eğer kendimiz karşıt fikir veya düşünceye tahammül edemiyorsak ve kendi fikrimizden başka fikre saygı duyamıyorsak, yalnız ben haklıyım, yalnız benim dediğim ve düşündüğüm doğrudur diyorsak, çocukluğumuzdan bu yana tetişmemeizi gözümüzün önüne getirelim. Eğer bizlere, çocukken, anne baba veya öğretmenlerimiz hiç bir zaman “sen de haklı olabilirsin” dememiş iseler, hep her zaman başkaları haklı olmuş ise, bu duygular bizim bilinç altımızda ne pahasına olursa olsun “kazanmak için hep haklı olacaksın” gibi bir bağımlılık yaratmış olabilir. Bu bağımlılık, bizlerin, başka fikirlere saygı duyabilmemizi engelleyebilir.

Eğer, bu gibi durumlar kendimizde de var ise, bunu çocuklarımıza aşılamayalım. Zaman zaman onların da haklı olabilecekleri duygularını onlara verebiliriz. Onların kendilerine de değer verildiğini, yerine göre yanlış, yerine göre doğru yapabiliecekerini ve başkalarının fikilreine saygı duyabileceklerini onlara küçük yaşta öğretebiliriz.
İLETİŞİM AKSAKLIKLARI (25 Agustos 1995)

Günümüz koşullarında ilerleyebilmek için sağlıklı iletişim büyük önem kazanmaktadır. Kişiler arasında verimli bir iletişim oluşabilmesi, ne söylemek istediğimizi karşımızdakine tam olarak iletebilmek ve karşımızdakinin gerçekten ne demek istediğini tam olarak anlamaktan geçer. Bunu yapabilmek için kullandığımız yöntemlerin çok büyük rolü vardır.

Verimli bir iletişimi engelleyen bazı alışkanlıklarımızı örneklerde açıklamaya çalışalım. Telefon çaldı, öbür uçta “Kiminle görüşüyorum” diyen tanımadığımız bir ses. İnsanın cevap olarak “Sarı çizmeli Mehmet ağa” diyesi gelir. İlk önce kimin ve niçin arandığını bilmek isterken bu soru ile karşılaşınca ister istemez sizde arayan kişi için olumsuz bir düşünce belirebilir. Bu, telefon eden kişi için olumsuz bir iletişimin başlangıcı olabilir. Bir yere telefon ederken, önce kendimizi tanıtmak ve müsait ise (örneğin yemekte değilse) kiminle görüşmek istediğimizi belirtmem, eğer aradığımız kimse yok ise, adımızı, ne için aradığımızı ve ne zaman müsait olabileceğimize dair not bırakmak hem bir uygarlıktır, hem de amaçlarımıza daha kolay ulaşmamızı sağlar.

Verimli bir iletişimi engelleyen bir diğer alışkanlığımız ise, farkında olmadan karşımızdakileri küçük gören bir davranış içine girmemizdir. Bir konuda daha fazla bilgi sahibi olabiliriz. Önemli olan, bildiklerimizi karşımızdakilerin anlayacağı bir dil kullanarak ve onların da önemli olduklarını vurgulayarak söylersek fikirlerimizi daha kolay iletmiş olabiliriz. Eğer, çocukluğumuzda küçük görülmüş ve değer verilmemiş isek, bu duygular bilinçaltımızda yer almıştır. Onun için, karşımızdakilerin herhangi bir konuda, tepeden baktığını hissettiğimiz anda, çocukluğumuzda oluşan bu kendimizi koruma duyguları hemen harekete geçer. Kalkanlarımızı hazırlar ve kendimizi savunmaya geçeriz. Bu andan sonra karşımızdaki kisi ne kadar faydalı fikirler de söylesede boşunadır. Artık biz kapılarımızı kapattık savunma ve karşı atak durumundayızdır. İşte böyle bir durumda da, karşımızdakiler ile sağlıklı bir iletişi kurabilmelerini istiyorsak, onlara değer verelim ve bunu onlara hissettirelim.

Var olan ilişkilerimizin bozulmasına ve olumsuz iletişimlere neden olabilecek bir başka örnek verelim. Kapı çalındı, kapıda “Falan yerden geliyorduk, yol üstü diye bir üğradık, müsait iseniz bir çay içelim” dedik diyen bir tanıdığınız. Bu ülkenin yaşam koşulları için her anımız programlanmıştır, kültürümüz gereği kapıya geleni geriye de çeviremezsiniz, fakat aklınız he yapılmasını planladığınız işlerle dolu ve gelenler ile gerektiği gibi ilgilenemezsiniz. Böyle durumlar, arkadaşımız için ister istemez bir olumsuz düşüncenin temelinin atılmasına neden olabilir. Gideceğimiz yere bir telefon etmek, bize karşı oluşacak bu olumsuz düşünceleri engeller.

Sağlıklı bir iletişimi engelleyen bir diğer etken ise, karşımızdaki kişi veya kişiler için beynimizde oluşturduğumuz olumsuz düşüncelerdir.

Beynimizde oluşturduğumuz her düşünce, tıpkı suya atılan bir taşın oluşturduğu dalgalar gibi bir enerji dalgası üretir. Bu dusunce enerji dalgalar isik hizindan daha hizindan daha hizli seyahat ettigi icin (Albert Einstein'in teorisi,E=MC2) bes duyu organlarimiz tarafindan alginamaz. Bunun yaninda bu düşünce enerji dalgaları diger kisiler tarafindan algilanabilir. Tıpkı bir televizyon ve radyo vericisinin yayınını alıcıyı doğru kanal ve istasyona ayarladığında görulup duyulabildigi gibi. Canlilarin beyninde olusan dusunceler de cok ince bir dalga boyu ve freakans ile uzayda yayilir. Bu yayilan dusunce enerjiler de alicisi acik olan diger canlilarin tarafindan rahatlikla algilanabilir. Bazi canlilarin cok ince dalga boyu ve frekans da seyaht eden titresimleri yakalayabilir. Ornegin; Kopeklerin ve bazi hayvanlarin deprem ile ilgili titresimleri insandan once hissetmesinin nedeni de bundanadir. Yunuslar, balinalar ve diger bir cok canlilar beyninlerinden yayilan dusunce enerji dalgalarinin karsi tarafdan algilandigi icin, seslerini duyamiyacak kadar uzakda olsalar bile birbirleri rahatla iletisim kurabilirler.

Insan beyni, hem vericidir hem de alıcıdır. Genellikle karşımızdakilerin bizler için nasıl düşündüklerini hissedebiliriz. Bunu dogrulayan herkesin bircok deneyimleri olmustur. Ornegin; . Arkanizda yuruyan hic tanimadiginiz birinin sizin icin neler dusundugunu hic konusmadiginiz halde az cok ne yonde oldugunu hissettiginiz gibi, aniden çok uzaklarda olan birinin aklınıza gemesi veya birini düşündüğünüzde, o kişiden bir telefon gelmesi veya telefon çaldığı zaman çoğunlukla kimin aradığını tahmin etmemiz, bir çocuğun, kendini kimin sevip sevmediğini kolayca anlayabilmesi, hep insan beyninin hem alıcı, hem de verici olarak çalıştığını gösteren örneklerdir. Sizlerin de buna benzer birçok deneyimleriniz olmuş olabilir. Örneğin halk arasında, “Bu adamda şeytan tüyü var, nereye gitse herkes onu seviyor”, "Kulagim cinladi beni aniyor", altinci his', "abdala malum olur", iyi kisi sozunun uzerine gelir', ucuncu goz" gibi soylenen deyimler hep henuz ispatlanmamis bir olusum gostergeleridir. Bu gosteriyor ki beyinlerde olusan dusunceler sayesinde kisiler birbirleri ile konusmadan da iletisim icinde olabilirler. Butun bunlara bakarak etrafimizdaki kisiler icin neden olumlu dusunmeyelim ki.


İnsan beyninin etrafta gelişen olumlu veya olumsuz titreşimleri kolaylıkla yakalayabileceğini düşünerek, birileri ile gerçekten verimli iletişim kurmak için, o kişi hakkında önceden ne bilgiye sahip olursak olalım, bütün bunları bir tarafa bırakıp, o kişi için olumlu düşünceleri beynimizde oluşturmalıyız. Hiç sevmediğiniz ve tam karşı fikirde olduğunuz birinin de bulunacağı bir toplantıya giderken, o kişi için beynimizde olumlu bir takım düşünceler oluşturmaya çalışın, görecesiniz ki o toplantı korkuğunuzdan daha az sıkıcı olacaktır. Kimbilir, birgün karşı fikirde olduğumuz kişiler ile el sıkışıp dost bile olabilirsiniz. İstersenız çocuklarımız ile iletişim kurarken onların bizleri dinleyerek ve gözleyerek öğrendiklerini düşünebiliriz.
ALT YAPI ( 1 Eylul 1995)

Her hangi bir sistemin sağlıklı işleyebilmesi, alt yapısının düzenliliğine çok bağlıdır. Yerleşim merkezlerindeki düzenli veya düzensiz alt yapıları oluşturan hep biz insanlarız.

İNSAN ALT YAPISI sağlam oluşmuş ise, bu insanların ortaya çıkardığı birçok sistemin alt yapısı da saçlam olacaktır.

İnsan alt yapısı, çoğunluğu çocuklukta veya sonradan eklenen beslenmelere baçlıdır. Sağlıklı bir insan alt yapısı, sağlıklı bir vücut, bir beyin ve bir ruh beslenmesi ile sağlanır. Bu beslenmeleri her yaşta yapabiliriz ama, temelleri çocuklukta atılır. Bugünkü kişiliğimiz, çoğunlukla çocuklukta kazandığımız değerlerin bir aynasıdır. Kendiizi incelediğimizde, örneğin bazı şıyleri sevip sevmediğimiz veya çok sinirli olduğumuzu kabullenmek, hep çocukluğumuzda kazanılan program ve bağımlılıklarımızın bir eseridir. Peki, biz bu bağımlılıkları nasıl kazandık. Bu bağımlılıkları anne babadan ve çevreden görerek duyarak öğrendik. Zamanında sevsek de, sevmesek de anne veya baba olmak böyle oluyormuş diye küçük yaşta beynimize yerleşmiştir. Bu yerleşen değerler artık bizim kişiliğimizin bir parçası olmuştur. Fakat, atladığımız bir nokta var, o anne baba, bizim yetiştiğimiz yerde geçerli idi. Ama bugün, kıtalar aşarak uzak yerlerde yaşıyoruz. Avusralaya’ya uyum sağlayabilmek, daha mutlu, daha başarılı bir hayat yaşayabilmemiz, din, dil ve kültürümüzü koruyarak, eksiklerimizi gidererek, kötü alışkanlıklarımızın yerine yenilerini ekleyip kendimizi yenileyebilmemeize çok bağlıdır. Kendi alt yapımızdaki eksikleri tamamlayıp çocuklarımıza sağlıklı alt yapılar verebiliriz. Böylece, çocuklarımızın kuracağı yeni yerleşim yerlerinin alt yapıları da sağlıklı olur.

Tabiili bu değişiklikler, gecenin gündüze geçişi gibi çabuk olmaz. Örneğin; çocuk anne rahminde iken bile konuşmalrı anlar, fakat üç yaşından sonra ancak konuşmaya başlar. İnsan alışkanlıklarını değiştirmek, kolay olan bir iş değildir. Çünkü, bizi bu alışkanlıkarımız, yılların eseridir. Diğer taraftan, kimse bize zorla birşey değiştirtemez. Bunu, ancak kendimiz istersek yapabiliriz. Örneğin; burada devlet kağıt, şişe, teneke kutuların yeniden kullanılabilmesi ve çevre temizliğine ve ekonomiye yardımcı olabilmek için her ev için Recycling yeniden kullanma kutuları verdiler. Lütfen kağıtları, şişeleri çöpe atmayın diye not da gönderdiler. Eğer bizler, kağıt ve şiıeleri ayrı bir bidona koymaya üşeniyorsak, devlet ne yapsın. Hangi evin çöp bidonundan şişe ve kağıt çıkıyor diye kontrol edebilmek için ayrı bir adam mı tutsun? Eğer biz, kağıdı ve şişeyi ayrı bidona koyacak kadar üşeniyorsak, bizleri görerek yetişen çocuklarımızın sağlam bir alt yapısı oluşmasına ne kadar yardımcı oluruz. Veya bir meyve dükkanında çocuğuna tadına bakmayı gerekçe göstererek, parasını ödemeden meyve yedirten ve çocuk çöpünü nereye atacağım diye sorduğunda “tezgahın altına atıver kim görecek” diyen bir anne, çocuğunda sağlıklı bir alt yapının gelişmesine ne kadar katkıda bulunabilir. Hepimizin karşılaştığı başka bir örnek verelim: “Bu ülke çok güzel, sistem oturmuş, ama, bak bizim Türkiye’ye. Bizim ülkemizde neden burası gibi olamıyor” gibisinden iki ülke arasındaki karşılaştırmayı çok duymuşuzdur. Peki, bu ülkeyi bu kadar güzel yapan yalnız kanunları mıdır? yoksa insanların davranış alışkanlıkarı mıdır? Bu ülkenin yönetimini bize verseler, Türkiye’nin yönetimini bize verseler, Türkiye’nin yönetimi de bu insanlara verilse, 10 yıl sonra bu gelişmeler ne durmda olur acaba? Türkiye’deki yöneticileri eleştiriyorsak, bu yöneticiler başka bir dünyadan ithal mi edildi, yoksa biz mi yetiştirdik? Onun yerine içimizden yetiştirdiğimiz başka biri gelse ne kadar eleştiriler azalır? Eğer bu gini eleştirileri yapıyor, fakat gerçekçi çözümler için hiç bir gayret göstermiyorsak, gerçekçi çözümler için hiç bir gayret göstermiyorsak, gerçekten doğru bir iş mi yapmış oluyoruz? Kendi çocuklarımızı geleceğin yöneticileri olacak şekilde yetiştirebilmek için ne gibi çabalar harçıyoruz? Eğer hiç bir çaba göstermeden yalnızca eleştiri yapıyorsak, bu eleştirileri okuyanın ve yazanın ve de kendiizin harçadığı zaman ve enerjiye yazık değil mi? Eğer Türkiye’yi eleştiriyorsak buna hiç gerek yoktur. Oradaki insanlar çoğunlukla kendilerini yenileişler, birçok konuda bizlerden çok ilerdeler. Bu güzel Avustralya’da yeni gelişmeleri görerek kendiizde, küçük de olsa bazı değişiklikler yapabiliriz. Çocukarımızda da sağlam alt yapıların oluşmasında gayret gösterebiliriz. Çünkü, geleceğin yeni yerleşim yerlerini kuracak onlardır. Evet istersek yapabiliriz.
ZENGİNLİK (14 Nisan 1995)

Zenginlik deyince genellikte akla ilk gelen maddi varlıklarımız olur. Belki de bir çoğumuz, sahip olduğumuz gerçek zenginliğin farkında bile değilizdir. Nedir bu sahip olduğumuz büyük zenginlik. SAĞLIK. Evet, sağlığımız yerinde olmayınca, uğrunda koştuğumuz varlıktarı elde etsek neye yarar.

Hepimiz yakından tanıdığı dünyadanın ve Türkiye’nin sayılı zenginlerinden Sayıin Vehbi Koç, zenginliği şöyle tanımlıyor: Sağlıklı bir vücuda sahipseniz 1 yazın. Sağlıklı bir kafaya sahip iseniz, yani duyabiliryor, konuşabiliyor, düşündüklerinizi uygulayabiliyorsanız birin önüne iki tane sıfır koyun. Şu andaki zenginliğiniz yüz dolardır. Eş ve çocuklarınızin sağlığı yerinde ise, elinizdekine idi sıfır daha ekleyin. Şu andaki varlığınız 10,000 dolardır. İşiniz varsa bir sıfır daha ekleyin. Arabanız varsa bir sıfır daha ekleyin. Şu andaki zenginliğiniz tam on milyondur (10,000,000). Ve böylece elinizde olan başka yeteneklerinizi de ekleyerek toplam zengilinğinizi hesaplayabilirsiniz diye belirtiyor ve sonunda ekliyor. Eğer başa koyduğunuz 1'i silerseniz, elinizde ne kalır diyor. Cevap; bir çok sıfır.

Gerçekten doğrudur. Bir kısmımız elimizdeki gerçek sahip olduğumuz varlıkların farkında olmayabiliriz. Her geçen gün mutsuzluğumuz artmış olabilir. Eğer şu anda mutlu değilseniz, buraya geldiğiniz ilk günleri düşünün. O zaman şu halinizden daha mı mutluydunuz? Eğer öyle ise, bugön daha fazla maddi varlıklarımız olduğu halde neden daha az mutlu oluyoruz? Bunun sebebi, bu ulke mi veya etrafımızdakiler mi? Tabii ki hayır. Eğer elimizde olanlara şükretmesini bilir, olayların nedenini araştırıp çözüm yollarını uygulayabilirsek, bugünkü mutluluğumuz arabilir.

Beynimize çözemiyeceğinden fazla yük yüklememek gerekir. O bize daha çok gerekli. Diyelim ki elinizde bir tek valiziniz var. Bütün seyahaterinizde onu kullanıyorsunuz. Bir yere giderken gereğinden fazla eşya doldurursak, hepinizin bildiği gibi bavul patlayabilir. Eğer valizi patatırsak, hem bugün eşyalarımızı taşıyamayız, hem valizden oluruz, hem de gelecekte taşıyacaklarımıze valizsiz kaldığımı için taşıyamayız. İşte, beynimizi de böyle düşünebiliriz. Ona birden, çok problemi aynı anda yüklersek hiç birini çözemez. Ama bir bir yüklersek, beynimiz bütün problemleri çözebilir.

Önceden yazdığımız bir arap ata sözünü bir kez daha tekrarlayım. “Ayakkabım yok diye üzülüyordum. Ama bir ayağı olmayan birini görünce yokuşları bile koşarak çıkmaya başladım.” Ciddi bir kaza geçiren arkadaşım, iyileştikten sonra şöyle demişti “Yaşamak ne güzel bir şey, artık eşime, çocuklarıma, etrafımdakilere eskisi kadar sinirlenmiyorum. Etrafımda, çocuklarımda ve eşimde ne güzellikler ve yetenekler varmış, onları şimdi çok iyi anlıyorum” demişti. Evet bakmasını bilirsek o kadar güzellikler var ki, yeterki bakmasını bilelim.

Lisede iken okuduğum bir kitapta anlatılan öyküyü de, ilgili olduğu için aktarmak istiyorum. “Kendi işinde çalışan George, çok yorulduğunu, bir çok şeye yetişemediğini, çalışanları istediği gibi kontrol edemediğini ve bu gibi bir çok sorunu olduğunu ve dertlerin altında boğulmak üzere olduğunu, arkadşı Hill’e anlatır. Eğer benim bu dertlerime bir çözüm bulabilirsen, sana 1000 dolar veririm der. Hill’in cevabı şudur: İnsanların yorgunluk hissetmedikleri, biribirlerine kizmadıkları bir yer biliyorum, istersen seni oraya götüreyim der. Hill, arkadaşı George’u arabasına alır doğru mezarlığa götürür. George bak bu adamlar, hiç birbirine kızmıyor ve hiç yorgunluk da hissetmiyorlar. Ama hepsi toprağın altında, der.

Sağlığınız yerinde, fakat ufak tefek şeyler için canınızi sıkıyorsanız, bir hastenenin sakatlar servisinde yatanları ziyarete gidibilirsiniz.

Evet, elimizdeki sağlık varlığının kıymetini, varken anlayalım. Sağlam kafa ve sağlam vücuda sahip oldukça ve sorunlarımızı bir bir ele aldıktan sonra çözemeyeceğimiz problem yoktur.

Bu bölümü de Dr. Norman Vincent Peale’den biz sözle bitirelim “Her problemin içinde çözüm çekirdeği saklıdır.” Haftaya görüşmek dileğiyle, saygılarımla.


KAYNAK: “You can, if you think you can” Dir. Norman Vincent Peale.